MARCO olayını anımsıyor musunuz?
Hani Alanya’ya ailesiyle birlikte tatile gelen 14 yaşındaki bir İngiliz kız çocuğunun ırzına geçen, şikáyet üzerine tutuklanıp 8 ay Alanya Cezaevi’nde kalan gençten söz ediyoruz.
O kadarını anımsadınızsa, Alman basının bu konudaki yayınlarını da anımsarsınız.
Özellikle de büyük tiraj sahibi Bild Gazetesi’nin, "Bir Alman genci, turist bir İngiliz kızıyla duygusal ilişkide biraz ileri gitti diye Türkler bu çocuğu zindana attılar" anlamına gelen bir yaygarayla yaptığı yayınları da biliyor olmanız gerekir.
Önce bazı Alman bakanların, ardından Başbakan Angela Merkel’in "Marco’nun Noel tatilini evinde ailesinin yanında geçirmesine" yardım isteyen ricalarını da lafa buradan girmişken anımsatalım.
Marco biliyorsunuz 10-15 sene hapis cezası alabilecekken serbest bırakıldı ve Noel tatilini evinde geçirebilmesi sağlandı.
Tabii Türk adaletinin kesmesi söz konusu ceza da buharlaştı gitti.
Peki Marco için bu kadar duyarlık gösteren Alman hükümeti, beş gün önce Ludwigshafen’de muhtemelen kundaklama sonucu çıkan yangında 5’i çocuk 9 Türk’ün hayatını kaybetmesi üzerine ne gibi bir duyarlık gösterdi biliyor musunuz?
Bayan Merkel’den bu satırların yazıldığı dakikaya kadar herhangi bir üzüntü beyanı işitilmedi. En azından Türkiye Başbakanı’na iki satırlık bir "başsağlığı" mesajı gönderip de "olayda bir kasıt varsa, faillerin yakalanıp gereken cezayı almaları için her türlü çabanın gösterileceğini" ifade eden tek kelime etmedi.
Eğer yeterli sayarsanız Uyum Bakanı Maria Böhmer’i olay yerine gönderip çelenk koydurttu.
Bir de bunun aksini yani Türkiye’de yaşayan 5’i çocuk 9 Alman’ın bir yangın sonunda hayatını kaybettiğini düşünün!
Ağzını ilk açan, "Siz bu Almanların hayatına mal olan yangını kimin çıkardığını bulup en ağır şekilde cezalandırmadıkça Avrupa Birliği’ne giremezsiniz" diye lafa başlar, onu da akla hayale gelmedik başka tehditler izlerdi.
İşin ilginç yanı, bu son olayda da zeytinyağı gibi üste çıkmaya kalktılar. Berlin’deki Büyükelçimiz Mehmet Ali İrtemçelik haklı olarak, "Bazı Alman politikacıların yangın sebebi henüz kesinleşmeden olayın yabancı düşmanı bir saldırı olmadığı yönünde açıklama yapmalarını yadırgadığını" söyledi diye, Alman İçişleri Bakanı Wolfgang Schauble, kendisinden beklenebilecek bir kabalık yaparak, "Bazen büyükelçilere de görgü öğretmek gerekiyor" dedi.
Oysa Türklere yönelik bu olay tek değil. Yıllar önceki Solingen faciasından yani bizim Madımak olayının oradaki versiyonundan söz etmiyoruz. Ludwigshafen’den sonra bir yangın da Kuzey Ren Westfalya Eyaleti’ndeki Herne’de ve -tesadüf bu ya- aynen Ludwigshafen’deki gibi Türklerin oturduğu binada, üstelik aynen onun gibi giriş katında çıktı.
Kızınca söylenebilecek en son lafı başta söylemeleriyle meşhur Alman dostlarımıza(!) bu durumda ne demek gerekir sizce?
7 Şubat 2008 Perşembe
Ayıp etmiyorlar mı? - Oktay EKŞİ - Hürriyet
Mystery fires blaze on in Germany - Turkish Daily News Feb 06, 2008
German Interior Minister Schauble assures Ankara that his government sincerely intends to resolve integration problems faced by immigrant groups in Germany including the Turks.
ANKARA – Turkish Daily News
Memories of the tragic “Solingen fire,” one of the deadliest racist assaults in Germany, resurfaced with the fires last Sunday and yesterday that engulfed buildings inhabited mainly by Turks and which have left at least nine people dead.
As the testimony of survivors and some evidence from the scene in the southwestern city of Lugwigshaven increased suspicion that acts of arson might have led to the fires, the Turkish government decided to send a team of experts headed by a minister to Germany.
“We will closely watch the results of the investigation. I hope that no act of xenophobia is involved,” Prime Minister Recep Tayyip Erdoğan said yesterday in Parliament. Erdoğan expressed concerns about a second “Solingen fire” in his meeting with German Interior Minister Wolfgang Schauble late Monday. “He was a little concerned and promised me a thorough probe,” Erdoğan added.
After reaching an agreement with German officials, State Minister Said Yazıcıoğlu and four police officers were scheduled to depart for Germany and participate in the investigations, Erdoğan said. Erdoğan is also expected to visit the victims that survived the fires during his three-day trip to Germany starting Thursday.
Following the fire in Ludwigshaven Sunday afternoon that claimed the lives of nine Turks and injured 60 others, another building, again mainly inhabited by Turks, went up in flames yesterday in the western German city of Herne. No deaths were reported in the second fire.
Suspicion of xenophobia acts haunt investigation
The testimony of two sisters that survived the fire in Ludwigshaven ignited suspicion that an act of arson might have taken place. Aylin and Bedriye K. said they saw a “German” in the building and he was trying to hide a bottle behind his back, seemingly to start the fire. When asked who he was, the suspect reportedly replied “I am a German.” Aylin then asked the reason for his presence in the building, but he tried to slam the door in her face. “His face was white-like,” said Aylin. Ludwigshaven Mayor Eva Lohse, who described the fire as “the biggest after World War II” said the fire broke out after a parade passed in front of the building.
Eight victims were members of the same family. Dwellers were trapped inside the building when the wooden staircase collapsed, forcing many to jump out of windows. Among the wounded were 11 policemen and a fireman coming to the rescue. Police spokesman Michael Lindner said the danger of collapse prevented them from entering the building. “No other bodies were found,” he said. Police reported that there are no more missing people, and do not expect to find any other victims inside.
In the second fire in Herne, 16 people were poisoned by the smoke. German police is investigating the cause of the second fire, which started on the first floor just like the other one.
Top-level diplomat visits victims' families
Turkey's Ambassador to Berlin Mehmet Ali İrtemçelik offered his condolences to relatives of the victims, in a coffee shop that belongs to one of the dead. “Turkey will do whatever is necessary, we share your grief. What we face is a big disaster,” said İrtemçelik. He then went to Mevlana Mosque and met İrfan Dinç, the Berlin Embassy's religious services consul and president of the Religious Affairs Directorate's Turkish-Islamic Union. “I hope this is not an act of arson. I wish this was an accident. If this is an act of arson of course Turkish origins people here will worry,” Dinç told the Turkish Daily News in a telephone interview. He recalled the past acts of sabotage against the homes of people of Turkish origins in Germany. “When we look at all those fires, just like the fires in Mölln and Solingen, we see that buildings with wooden staircases are chosen. Fire starts from there, it's the same scenario,” said Dinç. He also praised the German police who worked hard to save children.
The Turkish Foreign Ministry announced that it expects Germany to conduct a thorough investigation, “taking every possibility into account,” and mete out punishment if the case involves arson.
Suspicions that a racist motive may have been the cause for the fire in the southwestern city of Ludwigshaven abounded as the building hosted a coffee house frequented by Turks and a Turkish association. The German Socialist Democratic Party's (SPD) President Kurt Beck had rejected allegations of any racist motive behind the incident and said there is no evidence that an act of xenophobia led to the outbreak of the fire.
Germany may get in trouble
Tayfun Çilingir, the president of the Rhein-Main Turkish Association and a member of the administrative board for Turkish German Associations said these latest developments irritated the Turkish society in Germany. “We are just waiting now. It is too early to speak certainly,” he said. However if the fire erupted due to an act of sabotage, Germany will have a lot to do, Çilingir said. “If it is an act of arson, it would play right into the hands of anti-foreigners because this would help those supporters of foreign enmity inadvertently,” Çilingir said.
Two other building fires occurred in other parts of Germany in Backnang and Recklingenhausen. German Police said the cause of those fires had not been determined yet. A police spokesman in Ludwigshaven admitted that they are appalled by a similar incident immediately following the fire Sunday.
Mystery fires blaze on in Germany - Turkish Daily News Feb 06, 2008
Threatened by fire in Germany, parents threw baby four flights to safety
Arson suspected after baby thrown clear of flames
6 Şubat 2008 Çarşamba
Cumhuriyet’i sahip çıkarak eleştirmek
Zülfü Livaneli, Gazete Vatan
İngiliz yazar Louis de Bernières, Kurtuluş Savaşımız üzerine çok güzel bir roman yayınladı: Kanatsız Kuşlar adını taşıyan bu roman bütün dünyada olduğu gibi Türkiye’de de büyük bir beğeniyle karşılandı.
Kitabı okuduğunuzda, bir yabancının tarihimizi nasıl bu kadar iyi ve derinden bildiğine şaşırıyorsunuz. O kadar aydınlatıcı detay ve bilgi var ki; Türkçe yazılmış pek az kitap bu yetkinliğe ulaşabilir diye düşünmeden edemiyorsunuz.
Bernières’le zaman zaman görüşür ve haberleşiriz:
Son mesajlarının birinde büyük romancı aynen şöyle diyor: “Türkiye Cumhuriyeti’nin laiklik ilkesini ortadan kaldırmak, yeni doğmuş bir bebeği boğazlamak kadar büyük bir suçtur.”
Bernières’in üç gün önce bir kızı dünyaya geldiği için herhalde en hassas olduğu konu bu.
Bir de yıllarca emek vererek bütün ayrıntılarıyla öğrendiği ve aktardığı Kurtuluş Savaşımız.
Onun yüreği, bu eserin yok olmasına yanıyor ama Türkiye’de eli kalem tutan birçok kişi, “Yok edeceğiz!” diye tutturmuş durumda.
***
Cumhuriyetin kusurları yok muydu?
Elbette vardı.
İnsan hakları ihlalleri yok muydu?
Elbette vardı; ben de bunun mağdurlarından birisiyim.
Ama bu sistemin gençliğimi, ailemi ve arkadaşlarımı vahşice parçalaması, beni yirmili yaşlarımda hiçbir suç işlememişken hapislere ve sürgünlere mecbur bırakması yüzünden Cumhuriyet’e düşman olamam.
Mustafa Kemal’e en büyük kötülüğü, onun adına davranan bazı Kemalistlerin ve darbecilerin yaptığına inanırım.
Onları var gücümle eleştiririm.
Bu eleştiriler yüzünden yargılanmış, plakları yasaklanmış, cehennem hayatı yaşatılmış bir insan olduğumu cümle cihan biliyor.
Ama Cumhuriyet’i toptan reddetmem, onu din ya da başka bir kisve altında yıkmaya çalışmam.
Cumhuriyet’in demokratikleşmesi, eşitlik, özgürlükler, etnik milliyetçiliklerin aşılması, insan haklarına ve düşünce özgürlüğüne saygı gösterilmesi, azınlık haklarının güvence altına alınması, çetelerin hesap vermesi, adaletin işlemesi, ömrümü uğruna harcadığım ana ilkelerimdir.
Avrupa demokrasilerine benzer bir cumhuriyet yaratılması için el birliğiyle çalışılması gerektiği fikrindeyim.
Ama bunun yolu; dincilerle kol kola girerek, bir intikam duygusu içinde var olan her şeyi kırıp dökmekten geçmiyor.
***
Bizim iki temel sorunumuz; Cumhuriyet’in arkasına saklanarak, kaba bir milliyetçi söylem içinde çeteleşip kendi çıkarlarını koruyanlar.
Ve yine çıkarları uğruna dini alet ederek bu rejimi yıkmak isteyenler.
Bu iki yanlıştan birine ait olmak zorunda değiliz hiçbirimiz.
Ben hâlâ; hem laik, hem demokrat, hem ilerlemeci, hem de özgürlükçü olunabileceğine inanıyorum.
Sayıları az da olsa; daha da önemlisi örgütleri bulunmasa da böyle insanlar var Türkiye’de.
Şeriatı en iyi bilen İranlı konuştu...
Gazete Vatan
Türkiye İran olmak üzeredir göreceksiniz...
Ruhi Tuna; İran'daki Humeyni devriminden sonra İran'ın kuzey kesimindeki sol direnişi örgütleyen, bu nedenle 1981 - 1989 yılları arasında 8 yıl İran hapishanelerinde hapis yattı.
Heykeltraş sanatçısı Ruhi Tuna hapisten çıktıktan sonra 34 yıl yaşadığı İran'dan kaçtı ve Türkiye'ye sığındı.
7 yıl Türkiye'de yaşadıktan sonra 2006 Aralık ayında eşiyle birlikte siyasi mülteci olarak Kanada'ya yerleşti.
İran'da Hümeyni devrimi sonrasında yaşananları çok iyi bilen, İran'daki mücadelesi nedeniyle yıllarca hapis yatan Ruhi Tuna, İran ve Türkiye'nin yaşadığı sürecin benzerliklerini Odatv.com'a anlattı.
Türban serbestliği nedeniyle Türkiye'nin İran olacağı iddia edilirken, Ruhi Tuna İran ve Türkiye arasındaki benzerlikleri, farkları açıkladı...
" Türbanla ilgili benimle sanıyorum 2003’te Cumhuriyet Gazetesi benimle bir röportaj yapmıştı.
O röportajımda Türk Sosyalistlerine bir çağrıda bulundum.
Dedim ki; Türkiye de bir İran olmak üzeredir. O zaman ben bunu söylemiştim.
Türkiye’ye geldiğim günler, yani, 1999’un kasım ayında, 7 Kasım'dan itibaren Türkiye’de bulunmaktaydım ve Türkiye’deki gidişi rahatça hissediyordum.
Türkiye’de bir çıkar arayan belli güçlerin sayesinde bu Ak Parti geliştirildi ve iktidara geldi. İran’daki meseleyle benzerlikleri çoktur.
İran’daki meselede, halk Şah’ın gitmesini istiyordu. Türban meselesi tabanda çalışılmamıştı.
Aynı şekildedir; türban bugün Türkiye’de siyasi bir silah olarak kullanılmaktadır ve bunun gelecekteki aşamalarını siz göreceksiniz. Tamamıyla Atatürk’ün ilkeleri ortadan kaldırılacaktır.
Türban meselesi üniversite’de sınırlı kalmayacak, yarın türbanlı belediye başkanları olacaktır, türbanlı milletvekilleri olacaktır.
Yani bu sonuç çok kötü olacaktır.
İran’da biz binlerce şehit verdik. Sadece 1981’de 40.000 insan şehit oldu ve bunların çoğu reformcu Müslümanlardı, bunları idam ettiler.
Yani aynı şekilde Türkiye’de de yarın asma kesmeleri görebilirsiniz. Bunun Avrupa standartlarıyla hiçbir alakası yoktur.
Türk milletli bunu unutmamalıdır ki bunlar, Çanakkale Savaşı’nı yarattılar, Kurtuluş Savaşı’nda mücadele verdiler, yüz binlerce şehitler verdiler.
Böyle güçlü bir devleti milleti yıkmak için bu planları ortaya atıyorlar. Türkiye’nin İran’a benzerliği çoktur, ben bunu açıkça söylüyorum.
Ben bunu belli nedenlerden dolayı Türkiye’de çok açıkça anlatamadım, Türkiye’de öyle evlere gittim ki orda Farsça konuşuluyor.
Bugün güvendiğim bir Türk devlet adamı benimle konuşursa, bunların adreslerine kadar verebilirim.
O evlerde Humeyni’nin fotoğrafları, kitapları Ayetullah’ın tüm kitapları bulunuyor, Farsça konuşuluyor, Farsça müzik dinleniyor.
Bunu Türk yapıyor. Türkiye’ye gelmeden önce de İran’da belli şeyler görmüştüm ve şaşırmıştım.
Bir şehirde benim sergim vardı, orda Talibanlar’a rastladım.
Ben Türkiye’ye gelmeden bir yıl önce, Ankara’dan Humeyni’nin mezarını ziyaret için insanlar akın akın otobüslerle gelmişler.
O Humeyni ki, bizim insanlarımızı kesti, bakire kızlarımızı idam etti, İslam Devrim Muhafızları kızlarımıza tecavüz ettiler. Böyle İslam kim ister ki? Türkiye’de de bunu yaptılar.
Belli bir kesimi solun karşısına dizerek sol kesimleri asarak keserek ve Türkiye gündemini bu hale getirdiler. Aynı şekilde de İran’da hiçbir zaman halk türban istemedi.
Türkiye’de ama farklı bir şey. Türkiye’de tamamıyla tabanda bunun hazırlığını yapıyorlar.
Hala ben Kanada’da bile bu hazırlığı görebiliyorum. Kanada’da da bir sürü, Amerika’da oturan efendinin adamlarını görüyorum ve nasıl çalışıyorlar.
Sadece Türkiyeliler üzerinde değil, Özbekler, Azeriler gibi başka Türk toplulukları üzerinde de çalışmalarına devam ediyorlar.
Bunu İslam ile rahat bir şekilde ortaya koyabiliyorlar.
Biz bakıyoruz İran’daki hareketlerde rahatlıkla Mollaları ortaya soktular ve gerçekten Şah’ın devrilmesini isteyen kesim soldaydılar.
Yani ister Mahoist gruplar olsun ve ister Leninist gruplar olsun, bunlar gerçek şekilde Şah ile mücadele ediyorlardı.
Ama Emperyalizm gördü ki Şah devrilirse bunun yerine Marksis bir sol bir iktidar gelecekti, onun için Mollaları yetiştirdiler ve yeşil kuşak projesini güçlendirdiler.
Aynı şekilde, Irak’ta, Suriye’de ve Afganistan’da görüyorsunuz bugün gündem nedir. Afganistan’da bir çocuk kadın haklarını savunan bir programı bilgisayarına indirdiği için idama mahkum oldu.
Yani aynı Taliban’ın devamıdır, hiçbir şey değişmemiştir.
Cumartesi günü Anıtkabir’de toplanan aydın Türk Kadınları’na teşekkür ediyorum. Yani Türk kadını böyle olmalıdır. Türk kadını sokaklara dökülüp kendi haklarını korumalıdır.
Türk kadını bayrağına ve Türkiye Cumhuriyeti’ne ye sahip çıkmalıdır."
3 Şubat 2008 Pazar
Sigara içen PKK'ya mermi veriyor
Türkiye’de sigara reklamlarına yasak getirilmesini sağlayan ve sigara kaçakçılığı konusunda önemli çalışmaları bulunan eski Sağlık Bakanı Bülent Akarcalı, sigara kaçakçılığının merkezinde ABD'li büyük sigara şirketlerinin olduğunu iddia etti
ANKA
Avrupa Birliği (AB) raporlarına göre sigaraya verilen her bir doların 25 sentinin PKK’ya gittiğine işaret eden Akarcalı, “PKK’nın sigara kaçakçılığından edindiği kazanç asgari olarak 300 milyon Euro” dedi.
Türkiye’de sigara reklamlarına yasak getirilmesinin mimarı olarak bilinen Eski Sağlık Bakanı Akarcalı, sigara kaçakçılığı ile ilgili olarak araştırmalarını kitap haline getirecek. Sigaraya karşı mücadelesinde eski ABD Başkanı Bill Clinton ve eşi Hillary Clinton’dan da destek aldığını söyleyen Akarcalı, ANKA’ya yaptığı açıklamada, sigara şirketlerinin PKK üzerinden büyük miktarda sigara kaçakçılığı yaptığına dikkat çekti.
“SİGARA KAÇIKÇILIĞININ MERKEZİ SİGARA ŞİRKETLERİ”
Akarcalı, AB raporlarına göre İngiliz, Amerikan ve Japon şirketlerinin oluşturduğu tekelin sigara kaçakçılığının merkezinde de bulunduğuna işaret etti. Akarcalı, “Bunu sadece ben söylemiyorum. Bu konuyu yıllardın gündeme getiriyorum, ancak AB raporları tarafından da bu söylediklerim tescillendi. AB’nin konu ile ilgili 2002 yılında yayınladığı rapor sonucunda şirketlere 4 yıl kadar önce soruşturma açıldı. Bu firmalar sigara kaçakçılığına imkan veriyorlar. AB ülkeleri de sigara kaçakçılığı nedeniyle vergi kaybına uğruyor. Dolayısıyla firmalar bu sigaranın satışını denetim altına almadığı ve malı sattığı kişilerin meşru yollardan satıp satmadığını denetlemediği için soruşturma açıldı” dedi.
SİGARA ŞİRKETLERİ PKK’YI DESTEKLİYOR, PKK 5 SENT YERİNE 25 SENT KAZANIYOR”
Soruşturmanın bitirilmediğini de kaydeden Akarcalı, şunları söyledi :
“Bu firmalar soruşturmanın sonucunun büyük maliyetlerle biteceğini anlayınca AB’ye dostane bir anlaşma yoluna gittiler. Anlaşmaya göre Philip Morris, 12 yıllık bir sürede AB’ye 1,25 milyar dolar ödemeyi kabul etti. Anlaşma uyarınca AB de şirket hakkındaki tüm suçlamalarını geri çekiyor. Ayrıca JTİ de yaklaşık 400-500 milyon dolarlık bir ödeme yapacak. Şimdi AB için bu olduğuna göre Türkiye için de benzer durum söz konusu. AB ülkelerinde bu alınacak para belli oranlarda dağıtılacak. Türkiye’nin de aynı soruşturmayı başlatarak, AB tarafından öngörülen çerçevede vergi kaybından dolayı olan kaybının ödenmesini istemek en doğal hakkı. Ama Türkiye için ayrı bir durum var. Zamanında ben söylediğimde itirazlar olmuştu, fakat ben geri adım atmamıştım. Çünkü söylediklerim AB kaynaklıydı. Özellikle İskenderun tarafından yapılan sigara kaçakçılık PKK’nın finansmanında kullanılıyor. O sigaralar direkt PKK üzerinden kaçırılıyor. Aslında sigaralar Türkiye’den normal ihraç edilip Ürdün’ ya da Lübnan’a gider ve oradan da tekrar PKK’ya satılabilirdi. Ama o zaman PKK o işten 25 sent kazanacağına 5 sent kazanmış olurdu. Bu şekilde bakarsak, Türkiye’de yerleşik sigara şirketlerinin PKK’nın desteklenmesi için özel gayret içinde ‘olmadığı’ izlenimini alamadım.”
KAÇAKÇILIĞA GÜMRÜKLER DE GÖZ YUMDU, ÖZELEŞTİRİ YAPMALIYIZ”
Akarcalı, PKK’nın her türlü gayri meşru yoldan para kazanan bir örgüt olduğuna dikkat çekerken, PKK’nın finansal açıdan büyümesine sadece sigara şirketlerinin göz yummadığına da işaret etti. Gazetelerde daha önceki yıllarda çıkan ‘Hain Tırlar’ başlıklı bir haberi hatırlatan Akarcalı, “Türkiye’ye kaçak silah taşıyan tırlar nerden geçti, Türk gümrüklerinden geçti. Gümrükçüler de bir öz eleştiri yapmak durumundadır. Uyuşturucuyu PKK kimlere getirdi, yine Türkiye’deki insanlara. Getirenler de Kürt-Türk diye bir şey yok. Bu işin Kürdü Türkü yok. Bu işten nemalanan herkes nemalandı. Ama derli toplu şirketlerin bunu bilerek tavır alması gerekirdi. Sigara şirketleri ‘biz malımızı satarız nereye gitti bakmayız’ diye bir anlayış olamaz. Bugün şehit aileleri; PKK’nın finansmanını yapan sigara şirketlerinin önüne gitseler ne diyecekler. PKK’nın sigara kaçakçılığından edindiği kazanç asgari olarak 300 milyon Euro. Sigaraya verilen bir doların 25 senti PKK’ya gidiyor” dedi.
“KİMİ BASIN EKONOMİK GÜCÜ OLAN SİGARA ŞİRKETLERİNİ TERCİH EDİYOR”
Akarcalı, sigara kaçakçılığı konusunda çıkan sigara yasağı yasası sonrasında büyük şirketlerden birinin yöneticisinin yasa ile ilgili kendilerine danışılması gerektiği yönünde açıklamada bulunduğunu hatırlattı. Söz konusu yasa ile ilgili şirketlere danışmanın “El Kaide’ye operasyon yapmadan önce El-Kaide’ye danışmakla” aynı şey olduğunu ifade eden Akarcalı, “Bu konuyu Türkiye’nin en büyük gazeteleri ekonomi sayfalarında yer verdi. Hatta en büyük ekonomi yazarlarından biri de köşesine bu konuyu taşıdı. Ben de bu köşe yazarına AB raporlarını iki kez göndermeme rağmen nezaketen bile geri dönmedi. Şunu anladım ki; bizlerin siyasi ve manevi gücü bu İngiliz, ABD ve Japon şirketlerinin ekonomik gücü ile çatıştığında, genelde sigara kaçakçılığına karşı çıkan kimi basın kuruluşları özel durumlarda onları tercih ediyor” dedi.
25 Ocak 2008 Cuma
Uğur Mumcu suikastı çözülecek mi?
Haşmet Babaoğlu, Gazete Vatan
Daha üç gün önce yazıma “Türkiye’nin bir tek temel sorunu var” başlığını koymuştum, hatırlayacaksınız.
Neydi o?
Karanlıkta kalan karanlık cinayetler sorunu...
Göstere göstere gelen
suikastlar ve göstere göstere örtülen dosyalar...
Sonuç...
Ülkenin üzerini kalın bir tabaka halinde örten gizli bir tehdit bulutu!
Yani hep korku ve kuşku ortamı! Hep bir biçimde “ileri gidenin hizaya getirileceği”ne dair toplumun kılcal damarlarına kadar yerleşmiş o berbat kanaat!
Çığlık ve hemen ardından gelen büyük kayıtsızlık.
Yaşadığımız hep bu!
Söyleyin, böyle bir ortamda hangi iktidar diğer büyük sorunları gerçekten çözer, çözebilir? Çözüyormuş gibi yapar sadece...
Çözecekmiş gibi yapar.
O arada vadesi dolup gider, yerine başkası gelir.
***
Bakın, dün hangi gazeteyi açtıysanız, karşınıza bir Uğur Mumcu haberi çıktı, değil mi?
Mezarı başında anma
töreni haberleri, söyleşiler, değerlendirmeler...
Hele o dönemin sorumlularının, yetkililerinin, siyasilerinin pişkin bir bıkkınlıkla yaptıkları açıklamalar...
Peki bunları okurken hiç gerçekten bütün içtenliğinizle düşündünüz ve ürperdiniz mi?
Tam 15 yıl geçmiş üzerinden. Ve cinayet hakkında, katiller hakkında elde var sıfır!
12 hükümet geldi geçti cinayetten sonra; ne savcılar, ne içişleri bakanları! Fakat dava sonuçlandırılamadı.
Bu durum da bizim ezberimizi bozmuyorsa; bir yandan “Ah Mumcu vah Mumcu” deyip bir yandan da zihnimizde oluşan soruları sessizce kapatmayı tercih ediyorsak, başka ne sarsıp uyandırabilir bizi, söyler misiniz?
İşte kızı Özge Mumcu daha yeni söyledi; “cinayetin çözüleceğine dair hiçbir güvenimiz kalmadı.”
Dikkat edin, umudumuz demiyor, güvenimiz diyor.
***
Uğur Mumcu’yu yaşasaydı hiç istemeyeceği şekilde bir siyaset filozofu ya da bir militan siyasetçi gibi göstermeye çalışan odaklar var.
Doğrusu bunu da bir “karartma” çabası olarak görmekten kendimi alamıyorum.
Uğur Mumcu denince ilk aklımıza gelmesi gereken şey gazeteciliğidir. Asıl özelliği ise devlet ve siyaset ilişkilerine dair bilginin şeffaflaşması ve demokratikleşmesi için gösterdiği çabadır.
Bunun için öldürülmüştür.
24 Ocak 1993 tarihinde arabasına konan bombayla hayatını kaybetmeden hemen önceki günlerde yazdıklarına bakmak bile yeter bunu
anlamak için...
Bu yazılarından birinde de Kürt ayrılıkçılarıyla istihbarat örgütleri arasındaki ilişkileri açığa çıkartan bir kitabı yakında yayınlayacağını belirtmişti. Çok tehlikeli işti doğrusu.
***
Cinayet sonrasında kitleler “Türkiye laiktir laik
kalacak” diye bağırdı; yıllar
boyu İran bağlantılı olduğu iddia edilen örgütler üzerinde operasyonlar yapıldı. Ama ne doğru düzgün sonuç alındı ne de kamuoyu bunların doğruluğuna ikna edilebildi.
Dönemin başbakanının, başbakan yardımcısının ve içişleri bakanının “bu cinayeti çözmenin
devletin namus borcu olduğunu” söyleyerek Mumcu ailesine söz verdiklerini gördük...
Televizyonlara çıkartılıp
hangi akla hizmetse ana haberlerde yalanlanmaya çalışılan itirafçılar gördük...
Yakalama tutanağındaki delillerin tahrif edildiğinin TBMM komisyonunda ortaya çıkartıldığını ama kimsenin bunu umursamadığını gördük...
“Umut Operasyonu” diye bir şey gördük. Bu operasyon sonucu Mumcu, Üçok cinayetlerinden sorumlu “Kudüs Savaşçıları” örgütü üyesi olarak yargılanıp hüküm giyen kişinin yeni TCK’nın hükümleri sonucu salıverildikten sonra bir “haraç işi”nde öldürüldüğünü gördük.
Daha neler neler gördük.
Peki sonuç?..
Bu sorunun cevabını bulmadıkça, Türkiye bir
adım ileri gidemeyecek.
Mış gibi yaparak yerinde sayacak!
19 Ocak 2008 Cumartesi
Sizi gidi cinler... Sizi...
Serdar Akinan, Akşam
İran’da görevli MİT mensuplarından bazılarının bir süre önce sınırdışı edildiğini öğrendim.
Bu istihbarat elemanlarının görüştüğü bazı İranlılar da şu anda gözaltındaymış.
Şayet bu bilgi doğruysa büyük resme bir kez daha bakmakta fayda var.
5 Kasım öncesi ne oluyordu?
PKK tekrar eylemlere başlamış ve karakolları basıyor, askerlerimizi öldürüyordu.
Türkiye ayaktaydı.
Hükümet, asker, muhalefet; hemen herkes son derece sert açıklamalar yapıyor... Halk sokaklara dökülüyor... Kuzey Irak destekli bu terörün derhal bitirilmesi isteniyordu.
Başbakan ne dedi?
“Bıçak kemiğe dayandı...”
Bir tezkere tartışması yaşandı ve Meclis hükümete sınır ötesi operasyon için yetkiyi verdi.
Hava gerildi... Barzani, Talabani son derece sert açıklamalar yaptılar.
Başbakan, bu atmosferde, 5 Kasım tarihinde Washington’a gitti ve Bush ile görüştü.
PKK “ortak düşman” ilan edildi. Resmen...
Kuzeydeki oluşumun tanınması şartıyla PKK’nın bitirileceği gündeme düştü. Gayri resmi olarak...
Cumhurbaşkanı Gül’ün Washington ziyaretinde ise Enerji Bakanımız’ın Oval Ofis’teki kareye girmesi dikkatimi çekti.
Kuzeydeki petroller Türkiye üzerinden geçecek bilgisi ulaştı sonra... Çok da akıllıca geldi kulağa... Öyle ya madem Kürdistan’ı tanıyıp iş yapacağız... Petrol merkez de olsa gerek.
Şimdi, düşünebiliyor musunuz? Koca Rusya Avrupa’nın doğalgaz vanasını elinde tutuyor. İran nasıl bir enerji devi...
Siz de “cin”siniz ya... O enerji havzasında Rusya ve İran’a rağmen İngiltere ve ABD ile Kürtlere ortak olacaksınız... Ama “elhamdülillah” dediğinizden size darılmayacaklar.
1992 yılında ne oldu? Hatırlayan
var mı?
Hani PKK Şemdinli’yi kurtarılmış bölge ilan edecek kadar güçlenmiş. Türkiye Kuzey Irak’a girmiş ve PKK’ya ağır darbe indirmişti...
PKK ateşkes ilan ettiğinde MGK’da ne konuşulacaktı biliyor musunuz?
Federatif bir yapı... O MGK hiç o gündemle toplanamadı.
Çünkü PKK Bingöl’de 33 askeri
kurşuna dizdi...
Bakü-Ceyhan anlaşması tam 10 yıl rafa kaldırıldı. Ve Ruslar Mavi Akım’ı gelip bize dayadılar. İran da doğalgazını dayadı...
Şimdi gidip İran’a ve Rusya’ya rağmen ABD ile yatağa girin...
Bizim MİT ajanları niye sınırdışı edildi sahi? (Akşam)
Bu kadarı da yapılmaz be Hrant!
Baskın ORAN, 18 Ocak 2008 Cuma, NTVMSNBC.com
Sanırım 1993, Fakülte’deyim, telefon. Sekreter işaret etti, aldım: “Benim adım Fırat Dink. Bu haftaki yazınızda biz Ermenilere yapılan haksızlıklardan bahsettiniz. Bizi çok mutlu ettiniz, Allah razı olsun sizden” dedi ve ağlamaya başladı.
Ben çok kötü oldum. Dünya başımda döndü. Ağlamaktan ne söylediğimi hatırlamıyorum. Hrant’la böyle tanıştık. Sonra, bir İstanbul’a gittiğimizde evinde yemeğe çağırdı. Tam bir halilibrahim sofrasıydı. Rakel’e ellerine sağlık diye diye bir haller olduyduk. Gerçek adını değil nüfustaki mecburi adını veren ses sonra Agos’u kurmaya girişti. Beni de istedi. Fakat, haftalık dergim o sıralarda her yazımı itirazsız basıyor. “Bu durumda bırakırsam ayıp olur. Ama söz, ilk sayına özel bir yazı vereceğim” dedim.
O dergi bir süre sonra bir yazımı koymayı reddetti. İşareti vermişti. Bir İstanbul gidişinde yemekte Hrant’a dedim ki: “Hâlâ Agos’a istiyor musun beni?”. “Üçüncü sayfanın sağını kapatmıştım, senin için tutuyordum” dedi ve ekledi: “Ama, çok para veremem”. Birinci cümlesine çok sevinmiş, ikinci cümlesine çok şaşırmıştım çünkü yazı için telif de vereceğini söylüyordu. Bugüne kadar hiç aksamayan yazılarıma 10 Mart 2000’de böyle başladım.
1969’da Ankara’da siyah Citroen’ini satın aldığım Artin Usta’yı saymazsak, Hrant benim ilk tanıştığım Ermeni oldu.
Mart 2002. Feyhan, Hrant, ben Michigan’a Ermeni konferansına gidiyoruz. Sen kalk, fitilli kadife takımlarını çek, bir gün önce gel havaalanına. Hayatında ilk defa alabildiği pasaportu kapıdaki görevliye uzat, “Tamam geçin” denince de “Yok, ben yarın gideceğim de, bir pürüz var mı diye geldim” de. Tabii, gidene kadar dalga geçtik ama, o kaşındı: Yemek servisi başlayınca bir de kulağıma eğilip “Ne kadar isterler yemek için?” diye ayrıca malzeme vermeseydi.
İndik, arıyorlar. Biz geçtik, Hrant’a pabuçlarını çıkartıyorlar. Arkasından, kemer falan. “Tabii ulan, sende suçlu tipi var!” diyorum, “Bana bunu Ermeniyim diye yapıyorlar” deyip üzerime geliyor.
Üniversitenin oteline indik, herkes yerleşiyor. Telefon et hemen aşağı gelelim, diyoruz. Bekle babam bekle. Sonunda kapı kırılır gibi vuruluyor. Hrant, yanına da Cengiz (Çandar) haytasını almış, kapıya dayanmış: “Neler yapıyordunuz lan içerde ikiniz?”. Pabuç bıraksan ömür boyu ezer bu tipler. “Size ne lan, belediye nikahlı karım!” diye saldırıyorum. (Sonradan anlaşılıyor; meğer jak girişi telefon yerine bilgisayara takılı kalmış, ondan çalmazmış).
Bir hafta kadar önce, Rakel’e yazdığı aşk şiirlerini okumuş. “Sen ise bana hiç aşk mektubu yazmadın” demiş. Rakel de demiş ki: “Ben sana her şeyimi vermişim, ne aşk mektubuymuş ayrıca?”. Bilse ki sonunda mecburen bir tane yazacak ve tam yüz bin kişinin önünde minibüsün üstüne çıkıp okuyacak o mektubu…
Belediye nikahı deyince; biri 9 öteki 14 yaşındayken, devletimizin sonradan başka gayrimüslim vakıf malları arasında el koyacağı yetimhanede tanışıyorlar. 19 Nisan 1976’da biri 17 diğeri 22 yaşındayken evleniyorlar. Hatta, arkadaşları dalga geçiyor “23 Nisan’da çocuklar evlendi” diye. Çünkü 23 Nisan 1977’de Rakel bir de kilise nikahı yaptırtmayı başarıyor. Ben bunları öğrenince duramıyorum, “Sen bir de sübyancı imişsin be” diyorum. “Tir git lan. Feyhan, ne diyor yine bu!” diyor. Şerrimden her zamanki gibi Feyhan’a sığınıyor. Feyhan da en meraklı olduğu rolü, Mayrik rolünü memnuniyetle benimsiyor. “Feyhancııım, canıııım! Bu hıyar bizi kıskanıyor!” deyince koşuveriyor sarılmaya, ama neticede o koca kollar Feyhan’ı sarıyor, kaybediyor. Ben de: “Bir de ırz düşmanlığı cabası!” diyorum.
Geçen kış Etyenlerle bizi ziyarete geldiler Bodrum’a. Serap, Rakel, Feyhan deniz kıyısında geziyorlar, bunlar bütün gün evde benim tepemde. Her gün 16.30’a kadar at yarışı oynuyorlar. TJK-TV pürdikkat izleniyor, Lider Form bülteni didik didik ediliyor, saatlerce oturup falanca at geçen hafta ishaldi acaba düzeldi mi gibi konular tartışılıyor, sonra İstanbul’a telefon edilip yazdırılıyor.
Diyorum ki, millet de sizi adamdan sayıp ciddi dinli dinliyor, takdir ediyor, kızıyor. Bilse kumarbaz olduğunuzu tefe kor. Bunu derken bir de farkına varıyorum ki, bunlar açıkoturumların yanı sıra gerçek hayatta da eküri! Bunu söyleyince, Etyen diyor ki: “Ama, kurdele onda!”. Meğer, bir at sahibinin birçok atından bir tanesine kurdele takarlarmış takım kaptanı gibi. Etyen zavallı, ne bilsin, tam bir yıl sonra ben bir 19 Ocak akşamı telefon edeceğim, “Kurdele artık sende Etyen” diyeceğim…
Bitmek bilmez bir insan koridoru. İki yanda, sıra sıra, simsiyah giyinmiş kravatlı gençler. Heykeller gibi. Kafamı kaldırıp bakamıyorum.
Perde perde, sanki duracağı yer belli olmazmış gibi yükseldikçe yükselen bir orgun eşlik ettiği muazzam koroya, insanın tüylerini diken diken eden çan sesleri karışıverdi…
Yahu Hrant, ne zalim adammışsın sen yahu. “Ben cinayetten bir gün önce bir rüya gördüm. Rüyamda siz geceleyin ellerinizle toprağı kazıyordunuz. ‘Hocam, merhaba, hayırdır, ne yapıyorsunuz’ diye sordum, siz de bana ‘Mezar kazıyorum evladım’ dediniz. Ben şoke oldum ve ‘Aman hocam ne mezarı, iyi misiniz, sağlığınız yerinde mi? Durun, daha çok erken, nereye?’ diyorum, siz de bana “Merak etme çocuğum, kendime değil başkasına kazıyorum’ cevabını veriyorsunuz. Aynı gün saat 15.00’te Hrant Dink öldürüldü”. Yeni mezun öğrencim Pırıl’ın bu rüyası da dururken, sırf bana eşek şakası yapıcam diye kalk, bir zavallının enseden sıktığı üç kurşundan yararlanıp senden 9 yaş büyük adama senin cenazeni kaldırma cezası ver. Seninle birkaç kere dalga geçti diye bu yapılır mı be? Bu kadarı da yakışır mı be kardeşim?
Hrant’ın ardından yazılanlar...
19 Ocak’ta Genel Yayın Yönetmeni olduğu Agos gazetesinin önünde öldürülmüştü Hrant Dink... Ölümünün ardından pek çok şair, yazar ve gazeteci onun için yazdı.
17 Ocak 2008 Perşembe
Beyaz Saray ihalesi: Kimler satın alacak?
İbrahim Karagül, Yeni Şafak
4 Kasım'da yapılacak ABD başkanlık seçimlerini kimin kazanacağına ilişkin şu aşamada bir tahminde bulunmak elbette çok zor. Demokrat ve Cumhuriyetçi adaylar arasındaki ön seçim yarışını kimler kazanacak? Ardından Demokrat aday mı yoksa Cumhuriyetçi aday mı Beyaz Saray'a oturacak? Seçimin sonucu Türk-Amerikan ilişkilerine, bölgemize, uluslararası krizlere yansıması ne olacak? Bütün bunları zamanı gelince tartışacağız.
Ancak bugünden net olan bir durum var ki, aslında ABD'yi kimlerin yöneteceğini gösteriyor. Hangi aday kazanırsa kazansın, hangi parti kazanırsa kazansın Beyaz Saray onların kontrolünde. Hep öyle oldu, şimdi de öyle olacak. Bu yönüyle Amerikan seçimleri demek Beyaz Saray'ın ihaleye çıkarılması demek. Her seçim döneminde bu ihale yenilenir, ihaleyi alanlar bir dahaki seçim dönemine kadar ABD'yi dolayısıyla da dünyayı yönetir. Ancak gariptir, her dönem ihaleye katılanlar aynı güçlerdir. Liste pek fazla değişmez.
Hazır başkanlık seçimleri yaklaşmışken bu konuya eğilmenin bu yıla özel bir sebebi daha var. Malum, geçtiğimiz yıl dünya Amerikan ekonomisinin geleceğini tartıştı. Öyle görünüyor ki, tartışma bu yıl çok daha sıcak geçecek. Dev finans kuruluşlarının yüz yüze bulunduğu kriz, bu krizin dünyaya nasıl fatura edileceği, ekonomik durgunluğun yol açabileceği siyasi ve sosyal sonuçlar 2008 yılında belki de savaşlardan daha çok konuşulacak. Bu yüzden ABD seçimleri, partiler ve adaylar ile sıkıntılı bir döneme giren şirketlerin bu seçimlerdeki rolüne ilişkin birkaç not aktarmak istiyorum.
Cumhuriyetcilerin favori adayı John McCain, Mormon tarikatı mensubu Mitt Romney, kendini çoktan liderliğe hazırlamış Hillary Clinton ya da dün Müslüman olmadığını resmen açıklayan Barack Obama… Hangisi ABD'nin yeni lideri olacak? Aslını sorarsanız hiç biri. Sistem, onları birer figürana dönüştürüyor. "İktidar" onların dışında bir güç. O güçler şimdi bu isimler üzerinden büyük ihaleye giriyor. "Büyük para"nın büyük ihalesi. İsimler değişse de ihaleye girenler pek değişmiyor. O zaman bakalım kimler kimleri destekliyor:
John McCain: Blank Rome LLP, Citigroup, Bank of New York Mellon, Merrill Lynch, Goldman Sachs, JP Morgan Chase, Credit Suisse, Lehman Brothers, Morgan Stanley, MGM Mirage ve Univision.
Mitt Romney: Bain Capital (kendi şirketi), Goldman Sachs, Merrill Lynch, Citigroup, Marriott, Kirkland & Ellis, Morgan Stanley, PriceWaterhouse, JP Morgan, UBS ve Lehman Brothers.
Rudy Giuliani: Ernst & Young, Credit Suisse, Merrill Lynch, Citigroup, Bear Stearns, Lehman Brothers, Bracewell & Guiliani (kendi şirketi), Morgan Stanley, UBS, Milbank Tweed, Goldman Sachs, JP Morgan ve Bank of America.
Her adayı finanse eden şirketler hemen hemen aynı. Diyelim bu aday adayları Cumhuriyetçi, bu nedenle arkalarında aynı şirketleri görüyoruz! O zaman Demokrat adaylara bakalım:
Hillary Clinton: DLA Piper Goldman Sachs, Morgan Stanley, Citigroup, National Amusements, Emily's List, JP Morgan, Kirkland & Ellis, Skadden Arps, Merrill Lynch, Time Warner, Lehman Brothers, Bear Stearns, Ernst & Young ve Blank Rome LLP.
Peki karşıtlarına göre Müslüman, Endonezya'da medrese eğitimi almış olan ve neredeyse El Kaideci ilan edilecek olan Barack Obama'nın finansörleri biraz farklı olmalı değil mi? Hiç de öyle değil. Yine aynı şirketler.
Barack Obama: Goldman Sachs, Lehman Brothers, National Amusements, JP Morgan, Citigroup, Citadel Investments, Credit Suisse, Skadden Arps, Morgan Stanley, Time Warner, UBS ve Harvard University..
Bazı farklar dışında, adayların siyasi düşüncesine bakılmaksızın finansörleri temelde aynı şirketler. Yani parayı veren, kim kazanırsa kazansın, düdüğü çalacak. "Büyük para" işi şansa bırakmıyor ve her adaya oynuyor. Peki seçimleri kim kazanacak! Sormaya ne gerek var. Elbette bu şirketler. Özellikle bu yıl, ciddi oranda stres altındalar. Bu yüzden Beyaz Saray ihalesi her zamankinden daha önemli. İhale yapılmadan kazanan belli: Derin Amerika!
ABD seçimleri ve para ilişkisine detaylı bakmak isteyenler http://www.opensecrets.org adlı sitede küçük bir gezinti yapabilirler.
Yeni Şafak - Yazarlar - İbrahim Karagül - Beyaz Saray ihalesi: Kimler satın alacak? - 17.01.2008
'Sigaraları iade edip paranızı alın'
Yeni Şafak
Tüketicilerin, ellerinde bulunan elektronik sigaraları iade ederek ödedikleri bedeli geri isteyebilecekleri belirtildi.
Tüketici Hakları Merkezi (TÜ-MER) Genel Başkanı Ömer Keser, elektronik sigara reklamının yapılmasına yasak getirilmesi kararı doğrultusunda tüketicilerin, ellerinde bulunan elektronik sigaraları iade ederek ödedikleri bedeli geri isteyebileceklerini belirtti. Keser yaptığı yazılı açıklamada, Sanayi ve Ticaret Bakanlığı bünyesinde bulunan Reklam Kurulunun, sigaraya alternatif olarak tanıtımı yapılan elektronik sigaranın, Sağlık Bakanlığı tarafından "gerçeği kadar zararı
olabileceği ve bağımlılık yapacağı uyarısı" üzerine reklamının yapılmasına yasak getirmesi ile ilgili kararını değerlendirdi.
Reklam Kurulunun, elektronik sigara ile ilgili reklam ve ilanların 4077 sayılı Tüketicinin Korunması Yasasının, Ticari Reklam ve İlanlara İlişkin İlkeler ve Uygulama Esaslarına Dair Yönetmeliğinin "Reklamlar kamu sağlığını bozucu nitelikte olamaz" hükmüne aykırı bularak yasaklanması doğrultusunda karar verdiğini hatırlatan Keser, şunları kaydetti:
"4077 Sayılı Tüketicinin Korunması Hakkındaki Kanuna göre (Ambalajında, etiketinde, tanıtma ve kullanma kılavuzunda ya da reklam ve ilanlarında yer alan veya satıcı tarafından bildirilen veya standardında veya teknik düzenlemesinde tespit edilen nitelik veya niteliği etkileyen niceliğine aykırı olan ya da tahsis veya kullanım amacı bakımından değerini veya tüketicinin ondan beklediği faydaları azaltan veya ortadan kaldıran maddi, hukuki veya ekonomik eksiklikler içeren mallar, ayıplı mal olarak kabul edilir) hükmü getirilmiştir. Buna göre bir çok tüketicinin satın almış olduğu elektronik sigara aslında tüketiciye ayıplı bir mal olarak satıldığı gerçeği ortaya çıkmıştır. Dolayısıyla tüketicinin kamu sağlığını bozucu ve yanıltıcı nitelikte reklam nedeniyle satın almış olduğu ürünler Tüketici Kanunu gereğince ayıplıdır. Kanun bu durumdaki mallar için bedel iadesi hükmü getirmektedir. Yanıltıcı reklamları nedeniyle bu üründen satın alan her tüketici ürünü iade ederek bedel iadesini talep etme hakkı bulunmaktadır. Bu karar doğrultusunda tüketiciler, ellerinde bulunan elektronik sigaraları iade ederek ödedikleri bedeli geri isteyebilirler." Keser, bu durumda olan tüketicilerin satın almış olduğu yerlere yazılı müracaat ederek ellerinde bulunan ürünleri iade etmeleri ve ödedikleri bedelleri geri istemeleri gerektiğini, aksi bir durumla karşılaşan tüketicilerin, ilgili Reklam Kurulu kararı ve ellerinde bulunan belgeleri ile birlikte Tüketici Sorunları Hakem Heyetlerine müracaat ederek ödemiş oldukları bedelin iadesini isteyebileceklerini bildirdi. Keser, öte yandan Sanayi ve Ticaret Bankalığının, Reklam Kurulu kararı
gereğince tüketicilere ayıplı mal satan firmaları tespit ederek, tüketicinin herhangi bir müracaatına gerek kalmaksızın bedel iadesi yapmalarını sağlaması gerektiğini kaydetti.
Yeni Şafak - Aktüel - 'Sigaraları iade edip paranızı alın' - 17.01.2008
16 Ocak 2008 Çarşamba
Başbakan bilmiyor
Mine G. Kırıkkanat, Gazete Vatan
Yalakalık, yukarıdaki başlığı “Başbakan yanılıyor...” diye atmayı gerektirirdi. Ama ben yalaka değilim. Yanılmak için, bilgiyi yanlış değerlendirmek gerekir.
Oysa Sayın Erdoğan’ın İspanya’da türbana dair: “Bir siyasi simge olarak takmayı da suç kabul edebilir misiniz? Simgelere yasak getirebilir misiniz? Özgürlükler noktasında dünyanın neresinde böyle bir yasak var?” sorgulaması, “hayır” ve “yoktur” yanıtlarını çağıran kurgusuyla bir yanılgı değil, düpedüz bilgisizliktir.
Ama daha vahimi, siyasal simgelerin yasaklanamayacağı ana fikrini içeren böyle bir teşhis, Başbakan’ın hem “siyasal simge”, hem de tarih bilgisinin eksikliğini göstermektedir.
Başarılı bir politikacı olan Sayın Erdoğan’a “siyasal”ın anlamını öğretmek haddim değil. Ama “simge”nin tanımından başlayabiliriz:
***
Sembol ya da simge, soyut bir kavramın somut temsilidir. Örneğin yürek biçimi, sevgiyi temsil eder vb.
Siyasal sembollere gelince, özelinde Türkiye, genelinde dünya tarihi yasaklı, hatta bazen ölüm cezasıyla yasaklı siyasal simgelerle doludur.
Herkesin anlayacağı ve anımsayacağı bir örnek vermek gerekirse, komünizmin siyasal sembolü orak/çekiç figürünü duvarlara çizmek bile SSCB yıkılana kadar Türkiye’de kaç genç ömrün hapislerde çürümesine neden olan, hem de ağır cezalık “suç” sayılmıştır.
Nazizmin siyasal sembolü Gamalı Haç’ın bir bayrak, bir parti, kamusal ya da özel bir kuruluş alameti farikası üzerinde yer alması, Avrupa’da 1944’ten beri yasaktır. Almanya, 2007 yılının Ocak ayında AB’ye Gamalı Haç’ın sadece kurumsal değil, bireysel yasaklar kapsamına alınmasını önermiş, bu önergeyle neonazilerin duvarlara, yayınlara çizdigi ve gösteri yürüyüşlerinde taktığı kolluklara, afişlere “suç” tanımı, dolayısıyla ceza yaptırımı getirmeye çalışmıştır. Almanya’nın bir siyasal simge yasağını genişletmeye yönelik bu önerisi, halen Avrupalı Sikh’lerin muhalefeti dolayısıyla bir karara bağlanamamıştır. Neden mi? Çünkü Gamalı Haç, aslında 5 bin yıllık Hint Svastika’nın 45 derece eğimlisi olup, başta Sikh’ler pek çok Hintli için Tanrı Kali’nin sembolüdür...
***
Avrupalı Sikh’ler, Gamalı Haç’a yönelik kamusal yasakların bireysel kullanıma yayılmasını şimdilik önlüyor. Ama yazılı olmayan yasaklar da vardır ve onlar çok daha etkilidir bazen: Denemek isteyen, alnına bir Gamalı Haç çizip dışarı çıksın bakiim, okula mı girebilir, belediyeye mi gidebilir, yoksa sokakta rahat dolaşabilir mi Avrupa’da, bir görelim...
Naziler, kuşkusuz Tanrı Kali’yi simgeliyor diye siyasal sembol yapmadılar Gamalı Haç’ı. Bu sembol, Yunanca’da “Samanyolu” anlamına geliyordu ve Nazi Almanyası’nın 45 derece eğik siyah Samanyolu figürü “nasyonal”i çerçeveleyen beyaz halka Ari ırkı, kırmızı halka da “sosyal”i temsil ediyordu.
Acaba Başbakanımız merak etmiş midir, hiç olmazsa tarihin en kanlı siyasal sembolü, Gamalı Haç’a dair bu bilgilere sahip midir?
Siyasal simgeler yasaklanamazmış ha?
***
Sayın Başbakan, hazır İspanya’ya gitmişken Kral Juan Carlos ya da Başbakan Zapatero’ya sağ elini, sıkılmış yumruğu yere bakar biçimde uzatsaydı, olacaklar karşısında çok şaşırırdı. Kuşkusuz yabancı konuk olduğundan tutuklanamaz, hakkında takibat başlatılamazdı. Ama önce derin bir sessizlikle karşılaşır, ardından alelacele terk etmesi gerekirdi konuk olduğu sarayı ve ülkeyi.
Çünkü bizzat İspanyol muhatabı Başbakan Zapatero ve hükümetinin meclisten geçirdiği ve 2008 başında yürürlüğe giren “Tarihsel Bellek” yasasıyla, artık İspanya’da Frankist rejime ait bütün siyasal semboller, yukarıda tarif ettiğim şekliyle Falanjist selam, bayrak, mühür, arma ve motiflerin kullanımı, hatıra plakaları dahil olmak üzere kanunla yasaklı! Ayrıca Frankist rejimi övmek ve Franko başta Frankist rejim ölülerinin ardından, “methiye” yazmak, yayınlamak da yasak!
Başka bir deyişle, Başbakan Erdoğan “Dünyanın neresinde siyasal simge yasağı var?” diye sorduğu zaman, tarihi çok uzun siyasal simge yasaklarına en sonuncu, en taze ve kapsamlısını ekleyen ülkenin toprakları üzerine basıyordu. Ama ne kendisi, ne de kendisinin veciz ifadelerini kaydeden ilgililerden hiçbiri, ne yaşadıkları, ne de gezdikleri ülkelerin tarihlerini biliyorlar ki, “Tam üstüne bastın Sayın Başbakanım, burada var!” diyebilsin...
Bu konu daha çok su kaldırır, devamı cumaya.
15 Ocak 2008 Salı
Kosova ve Kıbrıs
Erdal Şafak, Sabah
Başbakan Erdoğan dün Madrid'de "Türkiye'nin Kosova'nın bağımsızlığına olumlu baktığını" bildirdi ve ekledi: "Kosova'nın Kıbrıs sorunuyla hiç alakası yok. Kıbrıs ile Kosova'nın durumları çok çok farklı."
ABD Dışişleri Bakanlığı'nın ve Avrupa Konseyi'nin hukukçuları Kosova'nın bağımsızlığını şu gerekçelere dayanarak savunuyorlar:
- 1999'daki NATO bombardımanından bu yana Belgrad hükümetinin Kosova'da hiçbir gücü, etkisi ve yaptırımı yok.
- Kosova ayrı parlamento ve ayrı hükümet ile kendi kendini yönetiyor.
- Ayrı orduya ve ayrı güvenlik gücüne sahip.
- Bayrağı ve parası bile ayrı.
Bu gerekçelerde "Kosova" yerine "KKTC" sözcüğünü koyun; bir şey fark ediyor mu?
KKTC veya Kuzey Kıbrıs da 1974'teki Barış Harekâtı'ndan bu yana "Kıbrıs Cumhuriyeti"nin yönetim alanı dışında. KKTC'nin de ayrı parlamentosu, hükümeti, ordusu ve güvenlik gücü var. Parası ve bayrağı da ayrı.
Zaten bu "Yumurta ikizi" benzerliği nedeniyle Yunanistan ve Rum yönetimi AB'deki ağır basan eğilimin aksine Kosova'nın tek yanlı ilan edeceği bağımsızlığını asla tanımamaya kararlılar. Çünkü Kıbrıs sorununun çözümü için "Emsal" oluşturmasının kaçınılmaz olacağını biliyorlar.
Rusya da yine aynı gerekçeyle Kosova'nın BM Güvenlik Konseyi'nce onaylanmayacak bağımsızlığına şiddetle karşı çıkıyor. Tek yanlı bağımsızlık ilanının "Tanınmayan devletler" için kesinlikle emsal olacağını belirtirken, Güney Osetya, Abhazya, Dağlık Karabağ'ın yanı sıra Kıbrıs'ı da sayıyor.
Ankara'nın alternatif modeli
Erdoğan'ın "Kosova ile Kıbrıs arasında benzerlik yok" yaklaşımının Türkiye ile KKTC'nin 2008 için çizdikleri yol haritasından kaynaklandığını sanıyoruz. "Çözümsüzlük çözüm değildir" ilkesine dayalı bu yol haritasının son durağında bir başka model var. Anlatalım:
Sadece Türkiye ve KKTC değil BM, AB ve ABD de Kıbrıs sorununda yeni bir girişimin başlatılabilmesi için Rum kesiminde gelecek ay yapılacak başkanlık seçiminin sonucunu bekliyorlar.
Seçimi, halen bu görevi sürdüren Tasos Papadopulos dışında bir aday, örneğin AKEL lideri Dimitris Hristofyas kazanırsa, Türkiye derhal BM Genel Sekreteri Ban KiMoon'a yeni bir girişim başlatması çağrısı yapacak. Ama iki koşulla: Yine "Annan Planı" temel oluşturacak ve müzakereler en geç bu yıl sonuna kadar sonuçlandırılacak.
Peki ya Papadopulos kazanırsa? Ban Ki-Moon bu durumda yeni bir girişimin sorumluluğunu üstlenmeye pek niyetli değil. O razı olsa bile Papadopulos, "Annan Planı"nın ısıtılmasını kabul etmeyecek. Zaten her fırsatta bu kararlılığını tekrarlayıp duruyor.
İşte o zaman Türkiye ve KKTC, ortak yol haritasının son durağındaki modelin ambalajını açacaklar: Çekoslovakya çözümü. Kadife ayrılık. Yani iki toplumun önce resmen boşanmaları, daha sonra AB çatısı altında yeniden birleşmeleri. Bu model elbette Hristofyas'ın başkanlığındaki Rum yönetimiyle yapılacak "Son şans" müzakerelerinin sonuç vermemesi durumunda da geçerli olacak.
Ancak bir sorun var: Çekler ve Slovaklar karşılıklı rıza ile ayrıldılar. Yani iki taraf da boşanmayı kabul etti. Bu model Kıbrıs için önerildiğinde Rum tarafı "Hayır" derse ne olacak? Cevap: Kaçınılmaz olarak Kosova emsaline dönülecek. Zira Kıbrıs için başka seçenek kalmayacak.
Erdoğan'ın "Kosova'nın Kıbrıs sorunuyla hiç ilgisi yok" değerlendirmesini "Şimdilik" zarfı ekleyerek okuyun.
Ah unutuyorduk; 10 gün önce kimsenin tanımadığı Abhazya'dan Dışişleri Bakan Yardımcısı Maksim Gvindjiya başkanlığındaki bir heyet KKTC'ye gitti ve resmi görüşmeler sonunda Kuzey Kıbrıs'ta bir temsilcilik açmaya karar verdi. Neden acaba? Sakın "Tanınmayan devletler dayanışması"nın ön adımı olmasın?
Tamer Korkmaz - Irak''ta “sivil öldürme” hürriyeti!
Tamer Korkmaz, Yeni Şafak
“Birleşik İşkenceler” Cephesi'nde sürpriz yok… Ebu Garib Skandalı'nın sorumlusu olarak askeri mahkemece suçlanan Amerikalı yarbay Steven Jordan da suçsuz bulundu:
Oh, ne ala!
Böylelikle Ebu Garib hapishanesinden geriye sadece işkencenin fotoğrafları kaldı…
Ebu Garib davası ile ilgili olarak şimdiye kadar dokuz asker hakkında mahkumiyet kararı verilmişti.
Hepsi o kadar…
Şöyle bir düşünün, yarbay bile aklandı…
“Yukarılara doğru çıkılması” zaten istenmiyordu…
Ebu Garib göstere göstere hasıraltı edildi…
Sistematik işkencenin asıl sorumluları itina ile korunmuş oldu…
Ebu Garib'teki tüyler ürperten işkence emrini veren “Bush'un has adamı” Savunma eski bakanı Donald Rumsfeld'den başkası değildi…
İşkencenin sorumluları arasında yer alan kadın tuğgeneral Janis Karpinski skandalın patlamasından iki ay sonra -Ebu Garib'teki tutuklulara Guantanamo'daki sert sorgu yöntemlerinin uygulanması konusunda Rumsfeld'in bizzat talimat verdiğini itiraf etmişti…
Dabılyu Bush, uzun süre bakanını kollamış, sırtını sıvazlamış ancak bir yerden sonra artık o bile Rumsfeld'i koltuğunda tutamamıştı.
Washington, Ebu Garib skandalıyla ilgili olarak yürütülen soruşturmaya yarbayı “aklayarak!” son noktayı koydu koymasına da; Irak'taki devasa zulmün ve işkencenin mimarı Amerikan yönetiminin aklanması hiçbir zaman mümkün olmayacak…
Irak'ta 1 milyon sivilin canına kıyan Amerikan işgali, Ebu Garib işkencelerinin doğurduğu büyük infialin çarpan etkisini müteakip -Washington'ın Ortadoğu'yu kaybetme sürecinin temelini oluşturdu.
* * *
Uluslararası Af Örgütü geride bıraktığımız “10 Aralık İnsan Hakları Günü”nde dünyada en büyük insan hakları ihlallerinin ABD tarafından yapıldığını açıklamıştı…
Örgütün raporunda Irak'taki özel güvenlik şirketi mensuplarının şüphelendikleri kişilerin üzerine rahatlıkla ateş açabildiklerine dikkat çekiliyor!
Bakınız, bu kovboyluğun hiçbir yaptırımı yok!
Binlerce masum sivil bu şekilde hayatını kaybederken Amerikan yönetimi hala utanmadan “Irak'a özgürlük getirdiklerinden” falan bahsediyor…
Bush'un sözünü ettiği özgürlüğün “Irak'ta sivil öldürme hürriyeti” olduğu gayet açık!
* * *
Beyaz Saray “gizli cezaevleri”ndeki işkence ve kötü muameleyi de ört bas ediyor…
Bununla da kalmıyor: Kongre'yi, Amerikan halkını ve nihayetinde tüm dünyayı yanıltmak için sistematik bir kampanya yürütüyor…
11 Eylül sonrasında, Bush CIA mensuplarına bir emir verdi ve “gizlice yakalanan” mahkumlar için yasa üstü gözaltı kampları kurulmasını istedi…
Bu bağlamda icra edilen bazı yöntemler -mesela suya bastırıp boğar gibi yapma, aşırı sıcakta veya soğukta bırakma, tecrit gibi muameleler- dünyanın her yerinde uzun yıllardır “işkencenin kralı” olarak tanımlanıyor…
Bush yönetimi bu muamelelerin işkence olduğunu çok iyi bildiği için, Beyaz Saray'ın avukatları Amerikalı zindancıların yaptıkları bariz işkenceleri kapsam dışında bırakan yeni “işkence” tanımları uyduruverdi!
Dahası, bu konudaki belgeleri Kongre'den ve Amerikan kamuoyundan sakladı…
Bush ve adamları, hala işkenceyi meşrulaştırma çabalarına sıkı sıkıya sarılmaya devam ediyor…
Bush yönetimi, ABD'yi işkenceye “yasal kılıf!” uyduran bir ülkeye dönüştürmüş durumda…
Bir de “Guantanamo” var ki, oradaki “Amerikan demir perdesi”nin ardından “işkencenin ansiklopedisi” çıkar!
Yüzlerce tutuklunun haklarında herhangi bir suçlama yapılmadan, yargı karşısına çıkarılmadan esir tutuldukları Guantanamo Üssü, uluslar arası hukukun “resmen ve hile ile” ayaklar altına alındığı bir “işkence merkezi” olarak altıncı yılını doldurdu…
Amerikan Senatosu, üsse heyet göndermiş; ancak Guantanamo'da insan hakları açısından “hiçbir olumsuzluğa” rastlanmamıştı!
Yeni Şafak - Yazarlar - Tamer Korkmaz - Irak''ta “sivil öldürme” hürriyeti! - 15.01.2008
Petrodolar için İran''a nükleer saldırı sözü!
İbrahim Karagün, Yeni Şafak
Geçtiğimiz yıl 18 Ekim'de dünya liderlerine seslenerek; “Üçüncü dünya savaşının çıkmasını istemiyorsak, İran'ın nükleer silaha sahip olmasını engellemeliyiz” çağrısı yapan ABD Başkanı George Bush, Ortadoğu turuna devam ederken bu sefer Arap ülkelerine çağrıda bulundu: “İran'ı durduralım, İran'a karşı birleşin!..”
Oysa bu ziyaretlerin resmi hedefi “Ortadoğu barışı”na yönelik adımlar atmaktı. Hem İran'a yönelik ABD tehditleri yumuşamıştı. İstihbarat teşkilatları Aralık ayında bir rapor hazırlamışlar, İran'ın nükleer silah yapmaktan vazgeçtiğini bildirmişlerdi. ABD-İran gerilimi azalmıştı. Hem aynı zamanda Annapolis zirvesi ile Filistin konusunda uzlaşma arayışları güç kazanmıştı. Irak'ta komşularla işbirliğine ağırlık veriliyordu. Bölgenin genelinde bir sükunet havası hissediliyordu. Gerçekte öyle miydi?
Araplar'a bu çağrıyı yapmadan önce İsrail'e ne sözler verildi, önce ona bakalım. İsrail eski Başbakanı aşırı sağcı Benjamin Netanyahu ile King David otelinde yaptığı kırk beş dakikalık görüşmede “Söz veriyorum, İran'ı vuracağız” diyen de Bush'du. Görüşme hakkında İsrail Radyosu'na konuşan Netanyahu; “Ona Annapolis zirvesine neden karşı olduğumu anlattım ve İran'ı durdurmanın tek yolunun nükleer tesislerine (pre-emptive) nükleer saldırı yapmak dedim” diyor ve böyle bir saldırıda ABD İsrail'in saldırısına katılacağına dair söz aldığını iddia ediyor.
Bush, Hürmüz Boğazı'nda ABD savaş gemileriyle İran botları arasındaki “taciz” olayına değiniyor, “Umarım bir daha olmaz. Gemilerimize saldırırlarsa sonu çok kötü olacaktır” diyordu. Vietnam savaşının sebebi olarak gösterilen ve İran'la çatışmanın da ateşleyicisi olacağı söylenen Tonkin provokasyonu örneği geliyor aklımıza. Vietnam savaşı Ağustos 1964'te Tonkin Körfezi'ndeki bir destroyerine yönelik saldırı iddiasıyla başladı. İddia üzerine ABD Vietnam'a saldırı kararı aldı. Ama zamanla ortaya çıktı ki, aslında böyle bir saldırı olmamıştı.
ABD'nin İran'la gerçekten derdi ne? Nükleer çalışması mı? Evet, olabilir. İran'ın nükleer silaha ulaşması sadece bölgesel değil küresel denklemleri de derinden sarsacak. Ama bu sadece resmi gerekçe! Petrol mü? Olabilir. İran Ortadoğu-Hazar hattındaki enerji denkleminin tam merkezinde. Ancak İran Basra Körfezi'nden sevkedilen petrolün sadece yüzde 15'ini kontrol ediyor. O da zaten satılık. Peki gerçek sebep ne? Geliyoruz ABD ekonomisine. Doların küresel hezimetine. ABD'nin global hakimiyetini sarsan ciddi sorunlara.
İran enerji kaynaklarının yüzde 85'ini dolarla satmıyor. Sadece İran mı? Yeryüzü kaynaklarının büyük bölümünü barındıran ülkeler/güçler Amerikan ekonomisine karşı dehşet bir savaş yürütüyor. Asya ekonomileri, Latin Amerika, bazı Arap ülkeleri, doların küresel gücünü kıracak önemli adımlar atıyor. Petrodolar dönemi kapanmak üzere. Petrolle desteklenmemiş Amerikan dolarının hiç de itibarı olmadığı bugünden görüldü. Petrol/doğalgaz devleri doları devreden çıkaracak adımlar atıyor. Ortada trilyonlarca dolarlık bir savaş var.
Mortgage şoku, finans kuruluşlarının merkez bankalarından aktarılan milyarlarca dolarla ayakta tutulması, ABD ekonomisine yönelik endişeli bekleyiş ve bu savaş hem İran krizinin hem de küresel ölçekte büyük çatışma hazırlıklarının gerçek sebebi.
ABD ordusu, aynı anda birden fazla çatışmayı öngören senaryolar üzerinde duruyor. Ordu, yeryüzünün hangi bölgelerinde çatışma yaşanacaksa ona göre hazırlık yapıyor. Ordu, ekonomik çöküşü önlemeye dönük bir yayılma haritası izliyor. 2008'de küresel bankacılık sisteminin büyük sarsıntılar geçireceği gerçeği ABD ordusunu da bankacılar kadar ilgilendiriyor. Ancak dünya artık ABD tüketicisinin refahını değil kendi geleceğini düşünüyor. Dünya, “Süper Güç Amerika”nın biraz da kendi zenginliklerinin ürünü olduğunu çoktan fark etti.
Birkaç yıl önce bir euro 85 cent iken bugün 1,48 dolar oldu. Ve bu çöküş devam ediyor. Devam edeceğini bildikleri için ABD'li bankacılar kadar siyasiler ve askerler de seferber edilmiş durumda. Bush'un Ortadoğu turunun ekonomik yönüne ilişkin değerlendirmeler neden yapılmıyor? Finans kuruluşlarının Körfez akını ile Bush'un bu ziyareti ABD bankalarını kurtarma, Arap sermayesini tekrar ABD'ye yöneltme, “petrodolar”ın geleceğini güven altına alma amacına ilişkin yorumlara neden rastlamıyoruz? Bu süreç Türkiye'de dolar 1 YTL'nin bile altına düşürebilir.
İran mı olur, Pakistan mı olur yoksa bambaşka bir ülke mi olur, göreceğiz. Ama ekonomik savaş bazı bölgelerde çok şiddetli çatışmaları alevlendirecek. Çünkü biliyorlar ki, “petrodolar” biterse ABD imparatorluğu bitecek. Bundan sonraki savaşların ortak adı “petrodolar savaşı” olacak.
Yeni Şafak - Yazarlar - İbrahim Karagül - Petrodolar için İran''a nükleer saldırı sözü! - 15.01.2008
13 Ocak 2008 Pazar
İran İslam Devrimi, kendi Fazıl Say’larına ne yaptı - Soner YALÇIN - Hürriyet
Fazıl Say’ın ortaya attığı iddiaları magazinleştirip üzerini kapattık. "Milli Eğitim Bakanlığı, müzik derslerine önem vermiyor mu?" sorusunu hiç tartışmadık bile.
Ve her zaman yaptığımız gibi asıl konuyla yüzleşmedik; bizim dinimiz musikiye karşı mı? Müzik haram mı? Ya da hangi müzik türü günah? İran’da, İslam Devrimi olduğunda bu soruların yanıtları bulunana kadar sanatçılar çok acı çekti. Yanıtlar bulunduğunda da bu acılar sona ermedi! İşte İranlı "Fazıl Say"ların yaşadıkları.
AKİRA Kurosava adını duydunuz mu? Dünyaca ünlü Japon yönetmen ve senaryo yazarı.
1954 yılı yapımı "Yedi Samuray" filmi dünya sinema klasikleri arasındadır.
Anımsarsınız belki; yoksul köylüler her yıl hasat zamanı köylerini basan haydutlardan bıkmıştır. Köyün güvenliği için yaşlı bir samuray ile anlaşırlar. Ancak haydutlara karşı bir samuray ne yapabilir ki?
Yaşlı Samuray Kambai, ülkenin çeşitli yerlerine dağılmış eski samuray arkadaşlarının peşine düşer. Onları tek tek bulup ikna eder. Sonunda yedi samuray, haydutlara büyük bir ders verir.
Ve film mutlu sonla biter.
İran’ın gelmiş geçmiş en büyük Klasik Batı Müzik üstadı; besteci, maestro Ali Aleander Rahbari’yi, ben Samuray Kambai’ye benzetirim.
1948 Tahran doğumlu Rahbari, daha dokuz yaşında beste yapmaya başladı. Viyana’ya gönderildi. Tahran Müzik Konservatuvarı’na yönetici olarak atandı.
Şef olarak kariyerinin başlangıcında, İran’ı terk etmek zorunda kalan ilk sanatçılarından biri oldu. Çalışmalarını ülkesinden uzakta sürdürmek zorunda kaldı.
Herbert von Karajan’ın dikkatini çekti; Berlin Filarmoni Orkestrası’nı yönetti. 1985 yılında, Çek Filarmoni Orkestrası’nın daimi konuk şefi oldu.
1996’da Virtuosi di Praga’nın müzik direktörlüğüne getirildi.
Ve gelelim; İranlı Rahbari’nin "Samuray Kambai" olmasının öyküsüne...
1997’de Amerika, Avusturya, Belçika, Fransa, Almanya, Hollanda, İspanya, İsveç ve İsviçre’de yaşayan 60 İranlı müzisyeni, tek tek bulup Bregenz’de toplayan Rahbari, İran Uluslararası Filarmoni Orkestrası’nı kurdu.
Orkestradaki tüm sanatçılar İran İslam Devrimi’nden kaçanlardı.
Evet, "filmimiz" başlıyor...
PİYANO GİREMEZ
Yıl 1979.
Ferhad Fahreddini, İranlı ünlü bir piyanistti.
İran milli/ulusal müziğini Klasik Batı Müziği formatına sokarak çağdaşlaştıran sanatçıların başında geliyordu.
(Tıpkı Fazıl Say’ın; İsmail Dede Efendi’nin "Gülnihal"ı, Aşık Veysel’in "Kara Toprak"ı, Nasreddin Hoca’nın "Danslar"ı ve Názım Hikmet, Metin Altıok oratoryosunu yaptığı gibi...)
Piyanist Ferhad Fahreddini, İran Şahı aleyhine gösterilerin yoğunlaştığı o sıcak günlerde Azerbaycan Cumhuriyeti’ne gitti. Bakü Radyo Televizyonu Senfoni Orkestrası’yla bir dizi konserler verdi.
O günlerde İran’da büyük değişim yaşandı. Şah İran’dan kaçtı, Humeyni Tahran’a döndü.
Piyanist Fahreddini, konserlerini bitirip ülkesine dönerken yaşamının en büyük sürpriziyle karşılaştı.
Pasaport kontrolü yapan İranlı görevli, Fahreddini’ye sordu:
"Musiki helal midir?"
Fahreddini yanıt veremedi. Bilmiyordu.
Güvenlik görevlileri piyanoyu İran’a sokamayacaklarını söyledi!
MÜZİK HARAM
İslam Devrimi, İran’ı değiştiriyordu.
İlk yasaklanan müzik oldu.
Kuran-ı Kerim’de müziği haram sayan bir ayet var mıydı? Yoktu. Ama yine de Nisa 140, En’am 68, Furkan 72 gibi ayetlere göndermeler yapıldı.
Önyargılar ve bilgisizlik sonucu bu ayetler musikiyi yasaklamak maksadıyla farklı yorumlandı.
Artık İran’da müziğin her türü yasaktı; hepsi müptezeldi; haramdı.
Kültür emperyalizminin de aracıydı musiki. Müzik eğitim merkezleri kapatıldı. Sanatla uğraşmak "batıl" sayıldı.
Yabancı müzisyenler ülkelerine geri döndü. Kaçabilen İranlı sanatçı yurtdışına kaçtı. Kaçamayanlar müziği bıraktı.
Bestekár Ali Tecvidi gibi sanatçılar müzik aletlerini sakladılar; toprağa gömdüler.
Evinin bodrum katında, gece yarıları gizli gizli çalmayı sürdürenler oldu. Yakalananlar devrim bekçileri tarafından falakaya yatırıldı.
Müzisyenlere artık hiç iyi gözle bakılmıyordu; "şeytan"dı onlar!
Müzik, İran düğünlerinde bile yasaktı.
Radyo ve televizyon programları müzik olmadan yayın yapmakta zorlanıyorlardı, ama elden ne gelirdi?
Mollalar, Emevi ve Abbasi dönemlerinde, kadın şarkıcıların bulunduğu müzikli, danslı, içkili toplantıları, İslam saltanatının yıkılmasına sebep olarak gösterdi. Koskoca bir ülke müzik dinlemeden yaşayacaktı.
İBRAHİM TATLISES
Toplum ilk şaşkınlığı üzerinden attıktan sonra el altından kaset satışı başladı.
İran’dan kaçıp Los Angeles’a yerleşen ya da Arap ve Türk ses sanatçıların kasetleriydi bunlar. Kaçak yollardan İran’a sokulan bu kasetler arasında en çok rağbet gören İbrahim Tatlıses’ti.
Zamanla bir yumuşama oldu.
Çünkü tartışmalar başlamıştı: Müzik toptan mı yasaklanmalıydı, yoksa müziğin eğlence türü mü yasaklanmalıydı?
Devrim marşlarının, askeri musikinin ve dinlendirici, ruhu güçlendirici müziğin çalınabileceği söylenmeye başlandı. Tartışmaya noktayı 1988’de Humeyni koydu:
Marş okunurken kullanmak gibi genel fayda sağlayacak işler için müzik aletlerinin alımı ve satımı yapılabilirdi.
Önce tambur, ut ve neye izin çıktı!
Belli ölçüler içinde musiki ile uğraşmak caiz sayıldı.
Ama öyle müziğin her türü de serbest değildi. İslam Devrimi ve askeri marşlar ile dinlendirici müzik olacaktı!
Tahran’daki büyükelçiliklerin resmi davetlerde İran geleneksel müziğini çalmalarına engel olamayan İran yönetimi, zamanla geleneksel müziğe de izin vermek zorunda kaldı. Ancak yine şart vardı; sanatçılar musikiye teknoloji sokmayacaktı! Örneğin, yaptıkları müzikte teknoloji kullandığı ortaya çıkan dönemin sanatçıları Huşenk Zarif, Hüseyin Alizade, Celil Şehnaz, Feramez Payver’in şarkıları yasak kapsamındaydı.
EL ÇIRPMAK YASAK
Belli sınırlar dahilinde izin verilen müzik, öyle her ortamda çalınmayacaktı
Bir kere öncelikle, kadın, içki ve dans olmayacaktı.
Erkekler sadece erkek topluluklara çalıp söyleyebilecekti. Ancak sazlar öyle insanı kendinden geçirir gibi hızlı ve fesada sürükleyici olmayacaktı.
Sözler günah içermeyecekti.
Şarkıcının görünüşü/kıyafeti ve davranışları da önemliydi. Harama yöneltmeyecekti. El çırpılmayacaktı.
Zamanla kadınların şarkı söylemelerine de izin verildi. Tabii sadece kadınların bulunduğu ortamda söyleyeceklerdi.
Radyoda Klasik Batı Müziği’nin çalınmasına da bir ara sözlü izin çıktı. Ancak yine şart vardı: Hızlı tempolu olanlar çalınmayacaktı. Erkek ya da kadın sesiyle arya söylemenin mümkünü yoktu tabii.
Klasik Batı Müziği’ne göreceli izin çıkmasının nedeni, marşların ancak bu müziğin enstrümanlarıyla çalınıyor olmasındandı.
Bu arada müzik aletlerinin televizyonda gösterilmesine izin yoktu.
Radyo ve TV’de belli müziklere izin vardı ama bunların kaset yapılmasına izin yoktu! Sonra bu yasak da kalktı. İran sanat musikisinin önde gelen bazı şarkıcılarına, (örneğin M. Rıza Seceryan, Hüsemaddin Saraç, Sıddık Tarif, M. Rıza Lütfi’ye) kaset yapma izni çıktı. Fakat kasetlerini satma ya da dağıtma özgürlükleri yoktu!
Zamanla bu yasak da aşıldı. Ama yine de zorluklar vardı; sansür kurulundan geçmeniz gerekiyordu. Her engele rağmen kaset satışlarında patlama yaşandı.
Uzatmayayım:
Bugün İran’da rap gibi bazı müzikler hálá yasak. Klasik Batı Müziği ise bazen yasaklanıyor bazen serbest bırakılıyor.
"Samuray Kambai" Ali Rahbari ve diğer "samuraylar" kısılmış İran sesini dünyaya duyurmak için mücadeleye devam ediyor.
Laİk Türkİye, kendİ Osman
YaĞmurderelİ’sİne ne yaptI
İran İslam Devrimi müziği yasakladı; "Fazıl Say"larına izin vermedi. Peki, son 30 yılda müzik konusunda laik Türkiye ne yaptı? Osman Yağmurdereli gibi isimleri hangi koşullar ortaya çıkardı? Neden onlar hep el üstünde tutuldu? Bu kültürel yozlaşma, Türkiye’nin "İranlaşma sürecini" hızlandırmıyor mu?
TARİH: 6 Şubat 1953.
Yer: Trabzon.
Osman Gazi Yağmurdereli dünyaya geldi. Selma-Zeki çiftinin üçüncü çocuğuydu. Faik Levent, Nesime Yasemen’den sonra doğmuştu. Yağmurdereliler soyadlarını Gümüşhane’nin Yağmurdere İlçesi’nden almışlardı.
Kökleri oralıydı çünkü. Sonra Erzurum Tortul ve Trabzon’a dağılmıştı aile. Baba Zeki Bey, sorgu yargıcı Ahmet Kaşif’in oğluydu.
Kayınpederi Salih Bey kaymakamdı. Teyzesi, Türkiye’nin ilk kadın sendika başkanı Nevber Yağmurdereli idi.
Ailede Eşber Yağmurdereli gibi solcular; Nazmi Bilgin gibi gazeteciler; Lemi Bilgin gibi tiyatrocular vardı.
Osman Yağmurdereli’nin babası Zeki Bey memurdu. Trabzon’un zengin armatör ailelerinden Deteoğlu’ların kızı Selma ile evlendi. Aileye içgüveysi oldu.
Zeki Bey zamanla memurluğu bıraktı; Trabzon’da yerel gazetesi ve matbaası olan bir işadamı oldu. Siyasete atıldı. Demokrat Parti Trabzon İl Başkanı oldu.
27 Mayıs 1960 askeri müdahalesi gelince Zeki Bey gözaltına alındı. Yine de siyasetten kopmadı; Adalet Partisi Trabzon İl Başkanı oldu.
TBMM’ye 12. dönem milletvekili olarak girdi. Aynı dönemde, halasının eşi Turan Bilgin de YTP’den milletvekili oldu.
Osman Yağmurdereli’nin çocukluğu ve gençliği siyasetin merkezi Ankara’da geçti. O, müziği seçti. Ankara Gazi Eğitim Enstitüsü Müzik Bölümü’ne girdi. Siyasetten kopmadı. MHP’ye yakındı. Ülkücüydü. Olaylara karıştı.
Osman Yağmurdereli, 1973 yılında Gazi Eğitim Enstitüsü’nü bitirdi ve müzik öğretmenliği yapmaya başladı. Aynı zamanda gece kulüplerinde sahneye çıktı. Yeraltı dünyasıyla o dönemde tanıştı. Dündar Kılıç, Hüseyin Cevahir, İnci Baba gibi isimler artık onun "ağabeyi" idi. Ankara gazinolarında uzun süre kalmadı.
Arkadaşı şarkıcı Faruk Tınaz’ın ısrarlarıyla İstanbul’un yolunu tuttu.
Şişli’de tek odalı bir evde türkücü Kamil Sönmez ve Faruk Tınaz’la yaşamaya başladı. Bir süre sonra onlara Asım Ekren de katıldı. Hepsi de eğlence dünyasında çalışıyordu. Apolitik idiler.
Osman Yağmurdereli, eski kabadayı ağabeylerine İstanbul’da yeni bir isim ekledi:
Alaattin Çakıcı.
Yeraltı dünyasının pek çok ünlü ismi, Osman Yağmurdereli’yi destekledi, kolladı, onun sahne aldığı gazinolardaki masaları doldurdu. Bu ilişkileri sayesinde, gazinolarda iş yapabilen az sayıdaki insandan biri oldu.
Sesinin çok güzel olmadığı, diksiyon sorunları bulunduğu, hatta sık sık detone olduğu biliniyordu. Buna rağmen sık sık televizyonda boy gösteriyordu! Yeraltı dünyası onu bir yere taşıdı ama siyasal ilişkileri yıldızını parlattı.
Arkadaşı Asım Erken’in, Turgut Özal’ın kızı Zeynep Özal’la evlenmesinin ardından o da dönemin bakanlarından Veysel Atasoy’un kız kardeşi Esin Atasoy ile evlendi. Bu evliliğin çöpçatanı, Özal çiftiydi.
"Baba-oğul gibi olduk" dediği Turgut Özal’ın iktidarı döneminde, yaşamının en parlak günlerini yaşadı. "110 kiloluk bir adam olarak tek başıma sahneye çıkıyorum ve alkışlanıyorum. Üstelik erkek şarkıcılardan hiçbirinin almadığı yevmiyeyi alıyorum" diyordu.
Arkasına ANAP’ın siyasal gücünü alan Yağmurdereli, oyunculuğa adım attı. "İz Peşinde" adlı televizyon dizisinde "Komiser Esat" oldu. Oyunculuktan yapımcılığa atladı. Yağmur Ajans’ı kurdu. Kerime Nadir’in "Samanyolu" adlı eserini bir dizi haline getirip TRT’ye sattı.
ANAP gitti DYP geldi, Yağmurdereli "baba ocağına" döndü. DYP gitti MHP geldi, Yağmurdereli "gençlik ülküsüne" döndü. Sonra AKP’den milletvekili oldu.
TBMM İnsan Haklarını İnceleme Komisyonu üyesi olarak 12 Eylül 1980 askeri darbe döneminde işkence yapılmadığını savundu:
"İşkence ’var’ diyen de vardı, ’yok’ diyen de var. ’Var’ diyene inanmak istiyorsun da, ’yok’ diyene neden inanmak istemiyorsun? Birisi görmüş mü? ’Ben oradaydım, Mehmet’i aldılar, yere yatırdılar, falakadan geçirdiler, hayalarını sıktılar’ diyen var mı?"
Osman Yağmurdereli çevresinde hep sevildi.
Zeki değildi; kurnazdı.
Son yıllarda yakalandığı kanser hastalığını yendi.
Magazinin popülerleştirdiği Osman Yağmurdereli, gün geldi magazini eleştirmeye başladı.
Ve en acıklısı: İçkisini içen, káğıt oyunları ve at yarışı gibi hobileri olan Osman Yağmurdereli, bir gün tutup, "Eşimin türbanlı olmasını isterdim" deyiverdi.
Bu "kültürel yozlaşma" sizce Türkiye’yi nereye götürüyor?
Siz solcu avukat Eşber Yağmurdereli’yi yıllarca dövüp cezaevlerinde çürütür ve şarkıcı Osman Yağmurdereli’yi el üstünde tutarsanız, bu son, işte böyle kaçınılmaz olur.
Arayın bakalım bulabilecek misiniz bir "Samuray Kambai"?
İran İslam Devrimi, kendi Fazıl Say’larına ne yaptı - Soner YALÇIN - Hürriyet
Bu ülke adına çok üzülüyorum...
Yiğit Bulut, Gazete Vatan
Geçtiğimiz günlerde Türkiye’de hatta dünya genelinde “büyük” denebilecek “işadamlarının” olduğu bir yemeğe katıldım. Hiçbiri AKP’li değildi. Geçmişlerinde, bugün AKP’ye “meyil etmelerine” sebep olacak bir iz yoktu. Ama hemen hemen hepsi “Türkiye’nin içinde bulunduğu ekonomik” düzenden memnundu ve ortak bir noktada birleşiyorlardı; “İşler iyi.”
Onların fikirlerine saygı duyuyorum özellikle “döviz bozup, bono alarak” elde ettikleri “faiz ve kur farkı” ile azan “faaliyet dışı kârlarından” dolayı, taşıdıkları heyecanı da anlıyorum... Anlıyorum ama benim düşüncem net: “İllüzyon içinde her şey iyi algılanabilir” ama “illüzyonu sağlayan” yapı ortadan kalktığı zaman “ortaya tam bir enkaz” çıkacak. Trilyon dolara yakın faiz ve anapara ödemiş bir ülke ve “bütün varlıkları” ele geçirilmiş bir sistem!
Bu noktada, “benim gözümden işlerin neden iyi olmadığının” detaylarını sizlere aktarmak istiyorum:
1- Bir ülke dünya üzerindeki en yüksek nominal faizi ödüyor ve düşen kur ile birlikte “içeriden-dışarıdan” bozulan dolarlar; “yıllık yüzde 35 ila 42” dolar bazında getiri sağlıyorsa,
2- Sıcak paranın sağladığı getiri, bir ülkenin “vatandaşına harcanması gereken sağlık, eğitim, savunma, yatırım” harcamalarından kesilerek “ aktarılıyorsa”,
3- Konsolide bütçe rakamlarının neredeyse yarısı “sıcakçılara” sunuluyorsa,
4- Sıcak para “finansal sonuçları” değiştiriyor, ama arkasında “makro dengeler” tarihte görülmemiş seviyelerde “bozulma” gösteriyorsa,
5- Ülkenin “reel sektör” kuruluşları, bankaları, telekomünikasyon şirketleri, limanları, yeraltı kaynakları kontrolsüz bir “özelleştirme” politikası sonucu “yabancıların kontrolüne” geçiyorsa,
6- Sıcak paranın yarattığı sonuçlar “makro ekonomik bozuklukların” kısa vadede algılanmasına izin vermiyor, orta ve uzun vadeli “enkazın” sorgulanmasını engelliyorsa,
O ülkede “işler” yabancı sıcak para ile hareket eden “mutlu azınlık” için, daha doğrusu “yüzde 1 için iyi” olabilir ama yüzde 99’un geleceği acımasızca “tüketiliyor” demektir.
Sonuç: Askerlikte bir kural vardır; keşif yaptığınız arazi cetvelle çizilmiş gibi muntazam ise “mayın” tehlikesi fazla demektir. Türk ekonomisi de “aynen” mayınlı arazi gibi. Sıcak paranın “dünya genelindeki konjonktür” ile içeride yarattığı “fazla muntazam” arazi, aslında “ağzına kadar mayın dolu.” Sıcak para “Türkiye’nin varlıklarını” sonuna kadar “emdikten” sonra mayınlar “aynen 2001 krizi” gibi tek tek patlamaya başlayacak.
Son söz: Ülkem adına gerçekten çok üzülüyorum. Bu ülkenin “burjuvazisi”, “akademisyeni”, “askeri”, “düşüneni”, “vatandaşı” yukarıda tarif ettiğim “sahte” cenneti göremiyor ve “İşler iyi” diyorsa; sanırım bize de “Fazıl Say” gibi “çekip, gitmek” kalıyor!
Not: “Çekip, gitmek” işin “laf” kısmı... Ben sonuna kadar “buradayım”... Yukarıdaki gerçekleri “herkes” görene kadar ve en önemlisi “geç” olmadan birlikte “dur” diyebilecek bir “yapı” oluşana kadar, elimden geleni yapmaya devam edeceğim...
Günlerce aç kalan teröristler kurbağa etiyle besleniyor
Terör örgütlerinin kendi içerisinde yaşadığı hesaplaşmalarda, militanlarına çok acımasız davrandığı ve vahşi yöntemler uyguladığı bildirildi
Emniyet Genel Müdürlüğü Terörle Mücadele Daire Başkanlığı, internet sitesinde terör örgütleri hakkında bilgi verirken, bilinmeyen bazı konuları "Bunları biliyor muydunuz?" başlığıyla yayımladı. İnternet sitesinde, terör örgütü PKK, sol terör örgütü DHKP/C ve dini referans alan radikal örgütlerde yaşanan iç hesaplaşmalar, örgütlerin çelişkileri ve militanlarına verdiği değer ortaya konuluyor.
İnternet sitesinde, terör örgütü PKK hakkında ortaya konulan bazı tespitler şöyle sıralandı:
-Örgüte katılarak aç, susuz, sefalet içerisinde faaliyet gösterirken sağlığı bozulan militanların tedavilerinin yaptırılmayarak ölüme terk edildiklerini veya intihar türü eylemlere gönderilerek ölüme zorlandıklarını,
-Örgüt içerisindeki kadın militanların erkeklerin zevk aracı olduğunu, erkek militanların da homoseksüel ilişkilere girdiklerini, örgütte kısa bir süre de olsa kalan genç kızların istemedikleri ilişkilere zorlandıklarını, direnenlerin de ajan, provokatör ve iş birlikçi iddiasıyla öldürüldüklerini,
-Kimi zaman günlerce bir lokma ekmekten yoksun kalan militanların katır, eşek, kaplumbağa, kurbağa gibi hayvanların etiyle beslenmeye çalıştıklarını,
-Örgüte katılanların ömrünün fazla olmadığını, 3-4 yıl yaşayanların sayısının çok az olduğunu, onun için sorumluları hariç, örgüttekilerin yaş ortalamasının 18-20 civarında bulunduğunu,
-Örgütten kaçmanın çok zor olduğunu, kaçıp da yakalananların örgüt tarafından çoğunlukla öldürüldüklerini, örgütten kaçıp kurtulma girişiminde bulunan veya örgüte uyum sağlayamayanların üzerinde naylon yakma, buz üzerinde bekletme, aç-susuz bekletme ve örgütten dışlama şeklinde cezalandırıldıklarını,
-Örgüt mensuplarının, örgüte destek veren köylerden bazılarına erzak temini için gittiklerinde bazı ailelerin kızlarına, ölüm tehdidiyle tecavüz ettiklerini,
-Avrupa’da terörist örgüt imajından kurtulmaya çalışan örgütün; yurt içi ve yurt dışında terörist başının idamının engellenmesi adına "idama hayır" kampanyaları düzenlerken, diğer taraftan sadece örgütten ayrılmak istediklerini söyledikleri için veya terör örgütünün gerçek yüzünü görerek kaçma girişiminde bulunan ve başarısız olan örgüt mensupları hakkında sözde mahkemeler kurarak idam kararı verip uygulandığını ve bunları diğer örgüt mensuplarına ibret olsun diye videoya kaydederek seyrettirdiklerini,
-Yurt dışındaki ve yurt içerisindeki yandaşlarına kardeşlik, barış, sevgi ve hoşgörüden bahseden terör örgütünün, özellikle kendi kadrolarında duygusal ilişkiye giren ve evlenmek isteyenler hakkında ölüm emri verdiğini biliyor muydunuz?
-SOL TERÖR ÖRGÜTLERİ-
Emniyet Genel Müdürlüğünün sitesinde DHKP/C, TKP/ML-TİKKO ve MLKP terör örgütlerinde yaşanan bazı olaylar da şöyle sıralanıyor:
-Yaptıkları en ufak harcamalardan dahi militanlarından hesap soran örgütün üst düzey sorumlularının yurt dışında zevk-sefa içinde yaşadıklarını,
-Örgütün üst düzey elemanları arasında her türlü ilişkinin serbest olmasına rağmen alt düzey elemanlar arasında duygusal ilişkilerin büyük cezalara sebep olduğunu, itiraz dahi edemediklerini,
-Yaptıklarının boş olduğunu ve kendilerinin kullanıldığını anlayarak örgütten ayrılmaya karar veren örgüt mensuplarının "iş birlikçi, hain ve şerefsiz" olarak suçlandığını, öldürülme korkusuyla bu zor şartlara katlandığını,
-Gençleri, sözde uyuşturucudan koruma propagandaları yapan Dev-Sol örgütünün, bizzat gelir temin etmek amacıyla 1980 yılı ilkbaharında örgüt liderlerinden P. G., E. C. ve A. T. vasıtasıyla yurt dışına 4 kilogram eroin sevkıyatı yaptığını,
-Dev-Sol örgütü üst düzey yöneticilerinden P.G’nin, örgüte maddi destek sağlamak için uyuşturucu madde ticaretinden elde edilen örgüte ait 400 bin frangı çaldığı gerekçesiyle terör örgütü elebaşı tarafından 11 Temmuz 1991 tarihinde Paris’te öldürtüldüğünü,
-Dev-Sol terör örgütü liderinin Fransa’daki cezaevinden tahliyesi sonrasında uyuşturucu trafiğinin hızlandığını, uyuşturucu trafiği ve mafya ilişkilerinin örgütün diğer kadrolarından gizlendiğini,
-Dev-Sol terör örgütüne yönelik 27 Temmuz 1993 tarihinde yapılan operasyonda yakalanan S.Ö’in ikametinde 2 bin 65 gram esrarın yakalandığını,
-DHKP/C’ye yönelik 12-25 Eylül 1995 tarihlerinde İstanbul’da yapılan operasyonlarda yakalanan 6 şahısla birlikte 500 gram esrarın ele geçirildiğini,
-DHKP/C’ye yönelik 18 Nisan 1995 tarihinde İstanbul’da yapılan operasyonda R.T’nin 10 kilogram eroin ile yakalandığını, R.T. ve C.T’nin, terör örgütü liderinin talimatları doğrultusunda yurt dışına uyuşturucu madde götürdüklerini, elde edilen para ile örgüte silah alındığını,
-DHKP/C terör örgütü içerisindeki faaliyetlerinden dolayı İstanbul Emniyet Müdürlüğünce 3 Aralık 1997 tarihinde yakalanan S.Y’nin ifadesine göre, örgütsel eyleme çıktıklarında ve örgüt adına para toplamaya giderken örgüt mensuplarının devamlı olarak uyuşturucu madde kullandıklarını,
-İstanbul Sabancı Center’da 9 Ocak 1996 tarihinde Özdemir Sabancı ve iki kişiyi öldüren DHKP/C örgüt mensuplarından İ.A’nın 5 ay süreyle saklandığı evde, ev sahibinin baldızına tecavüz ettiğini,
-28 Mayıs 1998 günü yakalanan DHKP/C örgüt mensubu E.G’nin birlikte kaldığı hücre evinde içki alemi yapan örgüt mensuplarının kendisine tecavüz etmek istemeleri üzerine evden kaçtığını,
-Tokat kırsal alanında faaliyet yürüten TKP/ML terör örgütü mensuplarından 15 yaşındaki terörist kıza, örgüt içerisinde tecavüz edildiğini, -Sivas-Tokat kırsal alanında faaliyet gösteren DHKP/C terör örgütü mensubu S. G’nin kırsal hayata dayanamayıp, şehre dönmek istemesi sonucu örgüt tarafından öldürüldüğünü, örgüt yayını Kurtuluş gazetesinde "düşmanla çatışmanın şiddetli olduğu bir esnada, düşman saflarına geçmek istediği için öldürüldü" şeklinde yalan haber yazıldığını,
-1996 yılı sonu ve 1997 yılı başlarında, Sivas-Tokat kırsalında faaliyet gösteren 31 DHKP/C terör örgütü mensubundan 9’unun örgütten firar ettiğini,
-Kışı Karadeniz kırsal alanında sığınakta geçiren örgüt mensuplarından M.Y’nin ayaklarının donması üzerine sağ ayağının 4, sol ayağının ise 1 parmağının DHKP/C sözde grup komutanı S.Y. tarafından demir testeresi ile kesildiğini,
-Tunceli kırsal alanında faaliyet yürüten DHKP/C örgüt mensuplarından S. B’nin örgütten ayrılmak istemesi üzerine hainlikle suçlanarak cezalandırılmak amacıyla çizmelerinin içine kar doldurulduğunu, ayaklarının soğuk suda bekletilerek dondurulduğunu ve tuvalet ihtiyacını gidermeme cezası verildiğini; bunun üzerine soğuktan donan ayak parmaklarının dışkı içerisinde uzun süre kalmasından dolayı çürüdüğünü, çürüyen parmaklarının da makasla kesildiğini,
-MLKP terör örgütü mensuplarının, A.A. ve T.A. isimli örgüt mensubu arkadaşlarını, İstanbul yakınlarında ormanlık alanda iki gün süresince işkence ederek sorguladıklarını ve silahla öldürdüklerini,
-Tunceli kırsal alanında faaliyet yürüten TKP/ML-TİKKO’nun 10 mensubunun, örgüt mensubu arkadaşları tarafından işkence yapılarak sorgulandığını, bazılarının işkenceye dayanamayarak öldüğünü, bazılarının da işkence sonrası silahla öldürüldüğünü,
-TKP/ML terör örgütü Merkez Komitesinin almış olduğu infaz kararı doğrultusunda, Tunceli ili Mazgirt ilçesi Aşağıoyumca köyünde 8 yaşındaki S.K. isimli çocuğun örgüt mensupları tarafından öldürüldüğünü,
-1999 yılında TKP/ML-TİKKO’ya katılan "Savaş" kod isimli örgüt mensubunun örgüt içinde huzursuzluk çıkardığı gerekçesiyle ajanlıkla suçlandığını, örgüt mensupları tarafından 2 gün sorgulandığını ve 3 örgüt mensubu tarafından öldürüldüğünü biliyor muydunuz?
-SAĞ TERÖR ÖRGÜTLERİ-
Emniyetin internet sitesinde yer alan "sağ terör örgütleri" başlığıyla sıralanan dini referans alan terör örgütleri hakkında da şu olaylara yer veriliyor:
-Hizbullah terör örgütünün mali kaynak sağlamak için cinayet, hırsızlık, gasp ve soygun eylemlerini gerçekleştirdiğini, hatta örgüt mensuplarının 1995 yılı içerisinde çeşitli il ve ilçelerdeki camilerden halı ve kilim çaldıklarını,
-İBDA/C terör örgütünün, ideolojisiyle ters düşmesine rağmen, Marksist-Leninist ideolojiye sahip PKK ve DHKP/C gibi terör örgütlerini destekleyip, yayın organlarında bu örgütleri savunduğunu, -İslami Hareket Örgütü mensuplarının İslam ilkeleriyle bağdaşmayacak şekilde her yolu kendilerine mübah sayan bir zihniyete sahip olduklarını, banka soygunları, otomobil ve eşya hızsızlıkları yaptıklarını,
-Anadolu merkez olmak üzere şer’i esasların hakim olacağı federal yapıda bir İslam Devleti kurmayı amaçlayan Hilafet Devleti örgütü lideri Muhammet Metin Kaplan’ın zimmetine para geçirdiğini ve bu sebeple örgüt içerisinde sürtüşmeler yaşanarak bölünmelerin meydana geldiğini,
-Hizbullah terör örgütü liderinin zekat adı altında toplanan haraçlarla İstanbul’un lüks semtlerinin birinde 120 bin dolara alınan villada oturduğunu, örgüt mensuplarının ise yoksulluk ve sıkıntı içerisinde ailelerinden uzakta yaşadığını,
-Ö.E isimli pavyonda çalışan bir kadının Hizbullah terör örgütü mensubu M.S.K ile evlendiğini, örgütün bu evliliği tasvip etmeyerek Ö.E’yi, M.S.K’nın kardeşi ve amcasının oğluna öldürttüğünü, daha sonra örgütün önce M.S.K’yı sonra da Ö.E’yi öldüren M.S.K’nın kardeşi ve amcasının oğlunu kendi örgüt mensuplarına öldürttüğünü ve mezar evlere gömdüğünü,
-Hizbullah terör örgütü tarafından domuz bağıyla öldürülüp gömülen ve daha sonra yapılan kazı çalışmalarında çıkartılan 72 cesetten 14’ünün kendi örgüt mensupları olduğunu biliyor muydunuz?