31 Aralık 2007 Pazartesi

İyi Seneler Ali Bulaç

Atılgan Bayar, KorsanHaber.com

Yine Zaman gazetesinden bir başyapıt....

Bu kez Ali Bulaç, müslümanları yılbaşı gecesi televizyonlarını açmamaya çağırıyor...
Niçin? Çünkü yılbaşı müslüman adeti değilmiş, pagan adetiymiş. Müslümanlar bu pagan adetlerini kutlamamalıymış.
Geçen sene Diyanet İşleri Başkanı Ali Bardakoğlu, yılbaşının dinsel değil,. kültürel anlamda evrensel bir değer haline geldiğini, dolayısıyla kutlanmasının caiz olduğunu söylemiş.
Ama bu sene yayınlanan hutbede yılbaşı kutlamalarından uzak durun, deniliyormuş.

Ali Bulaç açıklıyor: Doğru yaklaşım budur.

Yahu birileri bizimle dalga mı geçiyor?

Yolcunun arkasından su dökmek de bir pagan adeti değil mi? Ağaçlara bez bağlamak da...Onları da yapmaktan vaz mı geçelim? Bütün toplumu dekültürize edip şizofrenleştirelim mi?
Yılbaşı, dinsel anlam alanından çıkalı çok oldu. İsa’ın doğumunu değil, takvimi, yeni bir yılın başlangıcını kutluyoruz: Taşlara topraklara da tapmıyoruz, telaşlanacak birşey yok Ali bey....
Şimdi yolda karşılaşsam, afedersiniz bugün ayın kaçı, diye sorsam... Bulaç... Hmmm, Rumi bilmemkaç, Hicri bilmemkaç mı diyecek bana...

Hiç öyle değil. Ben Ali Bulaç’ı tanıyorum. Tarihi sorduğunuzda, 1 Ocak diyor, diyecek.
Herşeyde evrensel olmak zorunda değiliz elbette. Ama tarih, saat gibi ölçülerde anlaşabiliriz herhalde. Madem bu takvim Ali Bulaç’ın söylediği gibi hıristiyan takvimi de değil.... E iyi o zaman.... Telaşa lüzum yok...

Hem her dinsel kökenli ritüeli bugün tarihteki dinsel anlamlarıyla yorumlamak biraz başımıza iş açabilir.
Mesela dindar oluşundan şüphemiz bulunmayan başbakanın evlatları, Amerika’da okuyor, onlar Christmas’da yani İsa’nın doğumgününde tatil olup Türkiye’ye dönüyorlar, ne yani şimdi onlara Christmas’ı yani hıristiyan dinsel bayramı mı kutluyor diyeceğiz?

Kökeni dinsel olan birçok ritüel bugün bu dinsel anlamlarından sıyrılıp insanlığın ortak ama seküler değerleri arasına giriyor.
Örneğin, bugün sünnet olmayı, erkek olmak diye tarif ediyoruz.
Yani bir ‘zihin durumu’ndan başka bir ‘zihin durumu’na geçen bir ritüel haline gelmiş. Dinsel içeriği çok da fazla hatırlanmıyor.
Dolayısıyla antropolojinin o kesin yasası her hal ve koşulda çalışıyor.

Geçit yoksa, geçiş yoktur.
Ritüller de insanların zihninde bir durumdan, bir anlayıştan bir başkasına geçişte hayali bir köprü kuruyor....
Sünnet oluyor, erkek oluyoruz....
Düğün yapıp, dünya evine giriyoruz...
Kullandığımız takvimin devrinde, eğlenip yeni başlayan yılı kutluyoruz. Yeni yılın eskisinden farklı, daha iyi, daha eğlenceli, daha mutlu olması isteklerimize zihnimizi hazırlayıp eskisi ile yenisini ayırıyoruz.

Ama Ali Bulaç, kendi kullandığı takvime muhalefet edip, yok ben 2007’de kalmakta ısrar edeceğim. Aha da şurdan şuraya gitmem, diyorsa benim söyleyecek birşeyim yok.
Bakın bizim 1 Ocak 2008 dediğimiz günün sabahı Bulaç, evet bugün 1 Ocak diyecekse, bir yeni yıl başlıyor demektir. Madem başlıyor ve Ali Bulaç’ın zihninde de başlıyor, yani o da bu güne 1 Ocak diyor, o vakit kutlamakta ne beis var?
Zannetmem ki, Bulaç bugün 1 Ocak derken, ben pagan oldum, demek istesin....

Ama yok 1 Ocak demeyecek, bugün 31 Aralık artı 1 gün 2007 diyecekse... Çünkü bu bitirdiğimiz seneye 2007 diyordu, yazılarındaki tarih böyleydi, başka çaresi yok.... Ona hakikaten gericiymişsin sen, demekten başka seçeneğimiz yok... 2007’de kalmak istiyorsun.
Şaka bir yana, hepinizin, tüm hıristiyan, müslüman, pagan, budist, şintoist, deist, ateist aleminin resmi takvime göre yeni yılını canı gönülden kutlarım.

Başka takvime göre yeni yıl kutlamak isteyenlere ise mani olmam... Onlar da kendi takvimlerine göre benim yeni yılımı kutlasınlar...
Ama bugün ayın kaçı dediğimde, 1 Ocak, demesinler bana, olur mu?
Onların kafası neden karışmıyor bilmiyorum ama benimki karışıyor....Neydi, neydi...22 Zilhicce 1428 miydi, diye kafamdan hesap yapmaya başlıyorum.

Ya Ali Bulaç dalga mı geçiyorsun sen bizimle, ya o yazının altındaki tarihi değiştir... Eşine dostuna 1 Ocak 2008’de randevu verme, o randevuları 22 Zilhicce 1428’e al...

Ya da sana da mutlu yıllar dilememize izin ver.

Şimdi anlaşıldı mı, Fethullah Gülen’i niçin Türkiye’ye, cemaatinin başına çağırıyorum...

Bütün bu ilginç fikirlerle nasıl başa çıkalım biz?

http://www.korsanhaber.com/yazar_yazi.asp?yazi=4886

Diyaspora Yine Şaşırdı! (Ermeni Sorunu)

Doğan Heper, Milliyet

Ermenistan'ın çıkarı Türkiye ile dost olmaktadır. Oysa diyaspora Türkiye ile Ermenistan Ermenilerinin dost olmasına engel oluyor. Hatta diyaspora Ermenileri Türk halkına düşman gibi gösteriyor. Çünkü diyasporanın tuzu kuru. Yani onlar, yani Ermenistan dışında yaşayan Ermeniler zengin, varlıklı kişiler. Hobi olarak Türk düşmanlığı yapıyorlar, bu onlara eğlendirici geliyor, tarihin acı sayfalarını karıştırmak onları mutlu ediyor.

Oysa Ermenistan Ermenileri fakir, yoksul. 70-80 bin kadarı Türkiye'de kaçak işçi olarak çalışıyor. Ermeni kadınlar Türk çocuklarına bakıyor, ev işleri yapıyor.

Diyasporanın düşmanlığı olmasa sınırlar açılabilir, Ermenistan Ermenileri Türkiye'de daha rahat çalışabilir. Daha rahat kazanıp daha rahat yaşayabilir. İşte Ermenistan Ermenilerinin bu rahatlığına diyaspora engel oluyor.

ABD'deki Ermeni toplumunun ileri gelenlerinden, yani diyasporadan gazeteci - yazar Harut Sasunyan, geçen gün, "Ermenilerin nihai amacının, iddialarının tanınması ve Türkiye'den tazminat ve toprak alınması olduğunu" söylüyordu. California Courier yayınının sahibi ve başyazarı Sasunyan, "On yıllardır Ermenilerin hedefi tanınma, tazminat ve topraktır. Artık tanınma ötesindeki aşamalara geçmek gerekiyor" diyordu.

Dostluk böyle mi kurulur?

Harut Sasunyan boyuna posuna bakmadan büyük konuşuyor. Ermenistan Ermenilerini de tahrik ediyor.

Bu tahrikler Akdamar Kilisesi'nin açılışı arifesinde de yaşanmıştı. Türkiye, Erivan'daki yöneticileri açılış merasimine davet ettiği halde, onlar AGİT'in uluslararası memur statüsündeki Türk gözlemcilerini Ermenistan'a sokmamışlardı.

Oysa Türk halkı, Eurovision yarışmasına katılan Ermenistan sanatçılarından 12 "tam puan"ı esirgememişti. Hem de Ermenistan Türk sanatçılarına hiç puan vermemişken.

Ermenistan, menfaatinin Türk sınırının açılmasında olduğunu biliyor. Bu mümkün ama Ermeniler diyasporanın tahriklerine kulaklarını tıkar ve Ankara'nın beklentilerine olumlu yanıt verirse.Ankara'nın beklentileri ne?

Ermenistan'ın, Türkiye'nin toprak bütünlüğünü tanıması.Erivan'ın 1921 tarihli Kars Antlaşması'nı onaylaması.

Ermenistan'ın, Türkiye sınırındaki Azeri toprağı Nahçıvan'ın toprak bütünlüğü için güvence vermesi.Erivan'ın soykırımın tanınması kampanyasını durdurması.

Bunlar kabul edilmeyecek şeyler değil.

Eğer Ermenistan tarihte yeni bir sayfa, Ermeniler için yaşam sayfası açmak istiyorsa...

http://www.eraren.org/index.php?Page=Makaleler&MakaleNo=2859

http://www.eraren.org/ ERAREN - Ermeni Araştırmaları Enstitüsü

Sigarayla mücadelede yeni aşamaya geçiliyor

Otobüste bile içilirdi, barda bile yasaklanıyor. Sigarayla mücadelede yeni aşamaya geçiliyor
1989'a kadar otobüs, uçak ve trenlerde sigara içilirdi, 2008'deyse artık içilen kapalı yer kalmayacak gibi. Okul bahçeleri ve stadyumlara da yasak geliyor.

İlk madde çıktı

Türkiye, 80'lerde başladığı, başta umut vermeyen, ama zamanla çağdaş ülkelerle yarıştığı sigarayla mücadelede, 2008'de yeni bir aşamaya geçecek. TBMM'nin yeni yıldaki ilk mesaisi, sigara yasağını genişleten ve ilk maddesi geçen düzenleme olacak.

Taksiler dahil

Kapsam geniş: Kamu hizmet binaları, koridorlar dahil eğitim, sağlık, ticaret, sosyal, kültürel, spor, eğlence ve benzeri amaçlı binaların kapalı alanları. Taksiler de dahil olmak üzere, karayolu, demiryolu, denizyolu ve havayolu toplu taşıma araçları.

Açık alanlar

Yasaklı açık alanlar: Okul öncesi eğitim kurumları, dershaneler ve ilk-orta öğretim kurumları, 18'den küçüklere yönelik kültür ve sosyal hizmet binaları, sağlık kurumları, spor ve kültür mekânlarıyla ibadethanelerin eklentisi niteliğindeki tüm yerler.

Tiryaki bölmeleri

Bar, kahve ve lokantalar, tiryakilere yer ayırabilecek. Türkiye'de ilk kez 1989'da yasak önerilmiş, ancak reddedilmişti. O zamana kadar uçaklarla tren ve otobüslerde bile içilirdi. İlk resmi yasaklar 1996'da gelmişti.

Sigara firmaları barlarda ve meyhanelerde sigara promosyonu yapamayacak.ANKARA - Dünyanın birçok ülkesinde kapalı mekânları aşarak açık alanlarda bile yaygınlaşan sigara yasağı 2008'den itibaren Türkiye'de de genişliyor. Yeni düzenleme, koridorlar da dahil, kamu hizmeti verilen kapalı alanlarda sigara içilmesini yasaklıyor. Taksilerin yanı sıra her türlü toplu ulaşım aracında sigara yasak olacak. Barlarda ve statlarda sigara içinlere özel bölüm ayrılması öngörülüyor.

Yasaklara uymayanlara ağır para cezası uygulanacak. TBMM Genel Kurulu'nda görüşülmesine geçen hafta başlanan ve 1. maddesi kabul edilen 'Tütün Mamullerinin Zararlarının Önlenmesine Dair Kanun'da değişiklik yapan yasa teklifinin ele alınmasına yarından sonra devam edilecek.

TBMM Sağlık Komisyonu Başkanı Cevdet Erdöl tarafından hazırlanan yasa teklifine göre, tütün ürünlerinin içilmesinin yasaklandığı yerler şöyle:

Kamu binalarının kapalı alanları,

Koridorları dahil, her türlü eğitim, sağlık, ticaret, sosyal, kültürel, spor, eğlence ve benzeri amaçlı binaların kapalı alanları,

Taksi hizmeti verenler de dahil olmak üzere, karayolu, demiryolu, denizyolu ve havayolu toplu taşıma araçları,

Okul öncesi eğitim kurumlarının, dershaneler dahil, ilk ve orta öğrenim kurumlarının, on sekiz yaşını doldurmamış kişlere yönelik kültürel ve sosyal hizmet verilen binaların, sağlık kurumlarının ve ibadethanelerin açık alanları.

http://www.radikal.com.tr/haber.php?haberno=243132

http://w9.gazetevatan.com/haberdetay.asp?tarih=31.12.2007&Newsid=154547&Categoryid=1

30 Aralık 2007 Pazar

Türkiye’miz kasıtlı olarak geri bırakılmıştır!

Mehmet Şevket Eygi , Milli Gazete

TÜRKİYE kasıtlı olarak geri bırakılmıştır!.. Türkiye kendi yüzde yüz millî ve yerli otomotiv sanayiini kurabilirdi; kasıtlı olarak kurdurulmamıştır... Türkiye kendi çapında bir uçak sanayiine sahip olabilir ve savaş ve sivil hizmetler için uçak üretebilirdi ama bu kasıtlı olarak önlenmiştir... Türkiye’de dünya çapında ciddî ve güçlü üniversiteler olabilirdi ama kasıtlı olarak buna imkan tanınmamıştır.

Evet Türkiye kasıtlı olarak geri bırakılmıştır...

Türkiye Ortadoğu’nun Japonya’sı olabilirdi.,..

Bu iddiaya itiraz eden mi var?.. O halde “Türkiye Ortadoğu’nun Güney Kore’si olabilirdi...” diyorum. Buna itiraz eden çıkar mı?

Türkiye bir Tayvan olabilirdi... Bir Singapur olabilirdi...

AB’ye üye olmak için yırtınanlara soruyorum: Norveç AB üyesi değil ve fert başına düşen yıllık gelir 50 bin dolar... Türkiye niçin Norveç gibi olamadı? AB üyesi olmadan da böyle kalkınmak mümkünmüş... İsviçre AB üyesi değil. O da çok zengin, çok güçlü, çok ileri, çok güvenli...
Mütareke yıllarında (1919-22) bir yat İstanbul’dan Karadeniz’e açılıyor, Tuna yoluyla Orta Avrupa’ya gidiyor. Yatta bir yolcu var: Başhaham Hayim Nahum... Yatta çok kıymetli bir hamule var: 22 bin ton Osmanlı altını. Bu altınlar Avrupa’ya niçin götürüldü?.. (Ester Ben Bassa bu konuyla ilgili birkaç satırla da olsa bilgi veriyor...)

Benim çocukluğumda ülkemizde küçük ve vasıfsız da olsa uçak yapılabiliyordu. Bu fabrikalar niçin kapattırıldı?

Türkiye’nin kendi silahlarını kendisinin üretmesine dış düşmanlar ve içteki hainler izin vermediler.

Türkiye İslâm dünyasının en ileri ülkesiymiş... Pöh pöh pöh... Kişi başına düşen millî geliri bizimkinin 1,5 misli olan Malezya ne oluyor?

Ticaret, iktisat, sanayi finans, zenginlik konusunda 5,5 milyonluk küçük Finlandiya kadar olamadık.

Güney Kore’ye bakalım:

Nüfusu bizden az,

Yüzölçümü bizden küçük,

1950’lerin başında savaş geçirmiş, yanmış yıkılmış,

Korkunç yaralar almış...

Bunca imkansızlığa rağmen bizi kat kat geçti. Akıllara durgunluk verecek derecede ilerledi, zenginleşti. Sanayi ve ticarette Japonya ile aşık atıyor.

Biz niçin Güney Kore gibi olamadık... “İslâm dünyasının en ileri ve demokrat dünyasıymışız...” bu martavalları bırakın da benim sorularıma doğru dürüst cevaplar verin.
Nüfusumuz azdı da ondan... Yalan yalan yalan... Nüfusu 10 milyonun altında olan İsveç’e bakınız...

Yüzölçümümüz azdı... Bu da kuyruklu bir yalan. Toprağı bin kilometrekarenin altında olan Singapur’a bakınız...

Paramız yoktu... Yalan yalan yalan...

Geri kalmamızın asıl sebebi şunlardır:

Japonlar, Güney Koreliler, Tayvanlılar, Singapurlular gibi kafamızı çalıştırmadık, gerekeni yapmadık. Çünkü birilerinde bu niyet, bu irade, bu aksiyon yoktu.
Kalkınma hür ve vasıflı üniversitelerle olur. Bizde hür, vasıflı, özerk üniversiteye izin verilmemiştir.

Kalkınma iyi, vasıflı, millî, güçlü bir eğitim sistemi ile olur. Buna da izin verilmedi.
Ecdadına, atalarına, tarihine sövüp sayanlar elbette bu ülkeye, bu devlete, bu halka hizmet edemezlerdi.

Millî Mücadeleden sonra “birileri” nasıl az zamanda büyük servetler edinmiştir biliyor musunuz?
Ermenilerden, Rumlardan kalan malların bir kısmı nasıl yağma edilmiştir, haberiniz, var mı?
Uzun ömürleri boyunca hiç ticaret, üretim, hizmet işleriyle uğraşmamış birtakım kişiler nasıl dünya çapında zengin olmuşlardır?

Uzaklara gitmeye hacet yok. Bu ülke, bu devlet, bu halk yüksek ve müzmin enflasyonla korkunç bir şekilde soyulmuştur. Kasıtlı olarak. Eskiden müteammiden denilirdi...

Birtakım geri zekâlılar Türkiye’yi bugünkü hale İslâm’ın getirdiğini iddia ediyor. Türkiye’de İslâm nizamı var mı ki, bizi geri bıraksın?

Bizi bir zihniyet, bir ideoloji, bir kafa bu hale getirmiştir.

1940 ile 45 yılları arasında Galatasaray’ın ilk kısmında okurken, öğrtemenlerimizden biri “Osmanlı’nın 622 senede yaptığından fazla demiryolunu biz 15 yılda yaptık” demişti. Zavallı kafa! Sanki demiryolu Osman Gazi zamanında icat edilmiş gibi konuşuyordu. Kaldı ki, Osmanlı, bilahare kaybettiği Rumeli ve Ortadoğu vilayetlerinde binlerce kilometre tren yolu yapmıştı. Şam-Hicaz yolu bunlardan sadece biridir.

1950’li yıllarda Haliç’in başındaki Galata köprüsüne yeni bir duba takılırken dehşetli bir tören yapılmıştı. Vali ve Belediye başkanı (o tarihte aynı şahıstı, büyük bürokratlar, gazeteciler, bandolar, muzıkalar ve daha neler neler...)

1960’lı yıllarda Almanya’nın meşhur Krupp fabrikalarının sahibi ülkemize bir ziyaret yapmıştı. Ankara’da iken, bu zatı Gençlik Parkı’ndaki oyuncak trene bindirmişlerdi. Sayın Herrn, işte bu da bizim yerli trenimiz... Adam içinden mutlaka kahkahalarla gülmüştür.

Türkiye’nin şehirleri, yolları, caddeleri, sokakları, meydanları Güney Kore otomobilleri ile dolu. Acaba o ülkede bir tek Türk (o da montaj) otomobil var mıdır?

Japonya’da 7 şiddetinde bir zelzele olur, sadece bir kişi ölür, o da korkudan veya kalp krizinden. Bizde aynı şiddette bir zelzele olur, tarih çapında bir facia meydana gelir. Onbinlerce bina yıkılır veya oturulamaz hale gelir, onbinlerce ölü, onbinlerce sakat... Netice: Bütün suç Veli Göçer (soyadından belli!) bir zatın üzerine yıkılır, adam hapse atılır ve dosya kapanır.

Türkiye’nin otomotiv sanayii hamle üzerine hamle yapıyormuş. Siz bu propagandalara inanıyor musunuz? İnanıyorsanız doğrusu acırım.

Mollalar İran’a deyip duruyorlar. Mollaları bırakın da kalkınmasına bakın. Savaş uçağı yapıyor, denizaltı yapıyor, atom enerjisi sahasında çalışıyor, otomobil yapıyor... İran kadınların başlarını saçlarını zorla kapatıyormuş... Siz de başı örtülü kızları üniversiteye sokmuyorsunuz. Başbakanımız bir akşam hanımı yanına alıp Ankara’da .... evine yemeğe gitse, kapıdan içeri girebilirler mi?

Baylar, bayanlar, sayınlar!.. Demagojiyi, safsatayı, şarlatanlığı, soytarılığı bırakalım ve Türkiye’nin yakın tarihinde kasten geri bırakıldığı gerçeğini itiraf edelim.
İslâm dünyasının en ileri ülkesi Türkiye’dir martavalını da temcit pilavı gibi ısıtıp ısıtıp önümüze koymayalım. Asıl soru, yukarıda yönelttiğim şu sorulardır:

Türkiye niçin bir Japonya gibi olamadı?
Türkiye niçin bir Güney Kore gibi olamadı?
Türkiye niçin bir Tayvan gibi olamadı?
Türkiye niçin bir Singapur gibi olamadı?
Türkiye niçin bir Norveç gibi olamadı?

Bu sorular karşısında ıvırtıp kıvırtıp kaçamak cevaplar vermeyin. Mertçe, dürüstçe, konuşun,
Türkiye Güney Kore gibi olabilir miydi? Elbette olabilirdi. Onun çok ilerisine bile geçebilirdi. Lakin birilerinin bağnazlığı, inadı, hıyaneti yüzünden olamadı.

Türkiye geri kaldı ama o birileri çok çok çok zengin oldular. Sayelerinde ülkemizde korkunç miktarda kara, necis, kirli, haram, uğursuz para var.O birileri dehşetli refah, bolluk, zenginlik, israf, zevk u sefa içinde yaşıyor. Bundan âlâ kalkınma mı olur?

http://www.milligazete.com.tr/index.php?action=show&type=writersnews&id=16254

Nazizm ve Siyonizm İki Muzır İdeoloji

Mehmet Şevket Eygi , Milli Gazete

İKİNCİ Dünya Savaşı’na Almanya’daki Nazi rejimi sebep olmuştur. Lakin savaşın dünyaya yayılması, genelleşmesi konusunda Yahudilerin oynadığı rol de büyüktür.

Judeo-Hristiyan Batı medeniyeti ilk iki dünya savaşı ile hem kendini hem insanlığı yedi bitirdi.
Şimdi Üçüncü Dünya Savaşı’nın arefesindeyiz. Size karışmam ama ben onun ayak seslerini duyar gibiyim. Bu büyük savaşı Siyonistler çıkaracaklardır. Siyonizm, Nazizm gibi ırkçı bir ideolojidir. Birinde Alman ırkçılığı, ötekinde Yahudi ırkçılığı...

Üçüncü Dünya Savaşı korkunç silahlarla yapılacaktır. Nükleer silahlar, korkunç füzeler, yerin dibindeki otuz metre kalınlığında betonları delecek bombalar... Kitle imha silahları... Kimyevi ve biyolojik silahlar kullanılırsa insanlığın büyük kısmı kırılacak veya sürünecekler.

Dördüncü Dünya Savaşı yapılacak olursa, üçüncü savaştan sonra insanlık vahşet ve bedeviyet çağına geri döneceğinden, taşlar ve sopalarla yapılacaktır.

Peygamberimiz haber veriyor: Âhir zamanda Ortadoğu’da korkunç ve kanlı savaşlar olacaktır. O savaşlara katılanların çok büyük kısmı geriye dönmeyecektir... Fırat Nehri’nin yatağı kuruyacak, altın çıkacak, sakın o altına tamah edip, almaya kalkışmayınız...

İddialar doğruysa, abartma yapılmıyorsa, Almanlar milyonlarca Yahudi’yi katletmişler. Bunun faturasını Almanların ödemesi gerekirdi. Kalktılar faturayı, hiçbir suçu olmayan Filistinlilere kestiler...

Bir Yahudi Devleti kurulacaksa, Almanya’nın bir parçasının alınıp orada kurulması gerekirdi. Doğu Almanya’nın bir kısmı Polonyalılara verilmiştir, bir kısmı da Yahudilere verilebilirdi.
Filistinlilerin kendi vatanlarından kovulmaları, yakın tarihin büyük fâcialarındandır.
Stalin zamanında Kırım Tatarları, Çeçenler, İnguşlar, Volga Almanları da vatanlarından sürülmüştü. Daha sonra (Kırım Tatarları müstesna) dönmelerine izin çıktı. Kırım, Ukrayna’nın bir parçası olarak Rus boyunduruğundan kurtulunca, Kırımlılar da vatanlarına dönebildi. Gerçi şu anda orada yüzde 12 nisbetinde bir azınlıktırlar ama dönebildiler.

1948’de ve 1967’de vatanlarından sürülen Filistinli Müslüman veya Hristiyan Araplar topraklarına dönemiyor. Bu büyük bir zulümdür.

Siyonist rejim, bunca zulüm, kıyım, haksızlıkla ayakta durabilir mi? Duramaz. Böyle bir şeye kullar razı olsa, Yaradan razı olmaz.

Bendeniz Siyonizm ve İsrail karşıtı Yahudi hahamlarının, aydınlarının, düşünürlerinin yazılarını okuyorum. Irkçı Yahudi Devletine ateş püskürüyorlar. Hatta, Neturei Karta Hahamları, Musevi dinine ve şeriatına göre siyonizmi en büyük küfr ve günah görüyor ve lanetliyor.

İsrail’in etrafındaki çember her geçen gün daralıyor.

Büyük Ortadoğu Projesi (BOP) aslında Büyük İsrail Projesidir (BİP). Ankara hükümetinin bu projeye sıcak bakması ve destek vermesi doğrusu çok üzücüdür.

Yahudiler, süper güç ABD’yi avuçlarının içine almışlar, kullanıyorlar. ABD, Afganistan’dan sonra Irak’a saldırdı... Evdeki hesap pazardakine uymadı ve tıkandı. Şimdiye kadar bir buçuk trilyon dolar harcamışlar. Resmi rakamlar doğru değildir, ölü asker sayısı on binleri geçmiştir.

Amerikan ordusunun morali sıfır. İran’a, Suriye’ye, Sudan’a hatta Pakistan’a saldırmak istiyorlar, gözleri kesmiyor.

Korkuyorum, günün birinde, eski Sovyetler Birliği’nin sayısız atom bombalarından veya füzelerinden biri işportaya düşecek, teröristlerin eline geçecek ve bir yere atıp patlatacaklar. Ondan sonra seyr edin siz gümbürtüyü...

Siyonistler ile Filistinliler arasında âdil, gerçek, kalıcı bir barış imzalanabilir mi? Böyle bir şeyin olabileceğini zannetmiyorum.

Filistin’de barış olması için İsrail Devleti’nin resmen sona erdirilmesi, yerine Araplarla Yahudilerin, çatısı altında barınacakları bir Filistin Devleti kurulması gerekir. Siyonistler buna kesinlikle razı olmaz.

Neturei Karta Hahamları şöyle diyor:

“Filistin, Filistinlilerindir… Vaad edilmiş Mesih gelmeden önce, İsrail Devleti’nin kurulması, Tevrat’a ve dinimize aykırıdır... İsrail’in tasfiye edilmesi ve ülkenin Filistinlilere verilmesi gerekir... Filistinliler ne miktarda Yahudinin kalmasını istiyorlarsa o kadarını bırakırlar, gerisini sürerler. Y.hova, İsrailoğullarını cezalandırmış ve yeryüzüne çil yavrusu gibi dağıtmıştır... Her ülkedeki Yahudi, bulunduğu ülkede namusu ile yaşamakla yükümlü ve vazifelidir... İsrail, büyük günah ve küfürdür. Siyonizm küfürdür... İsrail devletine ve kanunlarına uyulmaz, saygı gösterilmez... İsrail ordusunda askerlik yapılmaz.”

Azınlık da olsalar, bir kısım Yahudiler bunları söyleyebiliyorsa, benim bir Müslüman olarak İsrail’i ve Siyonizmi tenkit etmem niçin antisemitizm olacakmış?

1938’de Büyük Avrupa Devletleri Almanya’nın Münih şehrinde toplanmışlar ve bundan böyle barış ve anlayış içinde hareket edeceklerine söz vermişlerdi. O tarihteki gazete manşetlerine bakarsanız, çok tozpembe başlıklar görürsünüz. Bin yıllık bir barışın temelleri atıldı... Falan filân. Aradan bir sene geçti, İkinci Dünya Savaşı başladı, kaç kıtada, kaç cephede, altı yıl boyunca insanlığın tepesine ateş yağdı, ma’mureler harabe haline geldi, on milyonlarca insan feci şekilde öldü.

Üçüncü Dünya Savaşı’nın ateşleri Türkiye’yi de yakar mı? İnşallah yakmaz diyelim. Lâkin ateşi yakmasa bile, radyoaktif bulutları ve serpintileri bizi de vuracaktır.

Açlık, kıtlık, susuzluk, güvensizlik... Herifin ak veya kara korkunç bir serveti var. Bir tek ekmeğe 1000 lira vermeye razı, fakat bulamıyor... Bir yudum su, bir lokma yemek bulamıyor...

Gafiller, yeni binaların duvarlarına soba borusu deliği, çatılarına baca yapmadılar. Dışarıdan gelen doğalgaz kesilince ne halt edecekler?Üçüncü Dünya Savaşı’nı nasıl önleyebiliriz? Bu bizi aşan bir şey. Yapabileceklerimiz şunlar: Azgınlığı bırakmak, dindarane ve ahlâklı bir hayat sürmek, sadaka vermek, hayır hasenat yapmak, dua etmek... Dualar ve sadakalar bela ve musibetleri def eder...

http://www.milligazete.com.tr/index.php?action=show&type=writersnews&id=16224

Müslüman Kürt Kardeşlerime

Mehmet Şevket Eygi, Milli Gazete

YAKIN tarihimizde Müslüman Türkler, kendi içlerinden çıkan veya kendilerinden görünen dinsizlerin, İslâm düşmanlarının hilelerine aldandılar, tuzaklarına düştüler ve büyük zararlara uğradılar. Müslüman Kürtler de aynı tehlike ile karşı karşıyadır. Birtakım dinsiz Kürtler veya Kürt gibi görünenler. Müslüman Kürtleri büyük zararlara, feci felaketlere uğratacak şeytanî siyasetler takip etmektedir.

Müslüman Türkler ile Müslüman Kürtler şu gerçeği akıllarından bir an bile çıkartmamalıdır: Bütün Müslümanlar kardeştir. Üstünlük şu veya bu ırka mensup olmakta değil, dindarlıkta ve takvadadır.

İsrail 50 seneyi aşan bir zamandan beri Kürt meselesini kurcalamakta, “Büyük İsrail’i” kurabilmek için Kürt unsurundan yararlanmaya çalışmaktadır. Yakın tarihte her zaman var olagelmiş olan Kürt Yahudileri şu anda nerededir? Bir kısmı İsrail’e göç etmiştir ve içlerinden Genel Kurmay Başkanı bile çıkmıştır. Türkiye’de kalanlar ise sosyolojik Müslüman maskesi takmıştır.

Türkiye’de Türklerle Kürtleri birbirine düşman etmek isteyen iki güç bulunmaktadır. Birinci kesim Türk ve Müslüman görünen G. Y.lerdir. İkinci kesim ise Kürt ve Müslüman görünen Yahudilerdir.

Türkiye çeşitliliği içinde en büyük iki unsur Türkler ve Kültlerdir. Bunları birbirine düşman etmek, bunları birbiri ile çatıştırmak elbette hayırlı bir şey değildir. Bunu yapanlar vatan hainidir. Niçin yapıyorlar? Çünkü bu topraklar üzerinde bir saltanat, hakimiyet, hegemonya kurmuşlardır. Bu saltanat sayesinde yüz milyarlarca dolar rant elde etmekte, ülkenin yağını balını yemektedirler. Saltanatlarını sürdürmek için Türkle Kürdü, Sünnî ile Alevîyi, dinci ile laiki çatıştırmaları gerekir. Böl parçala ve hükm et...

Türkiye Müslümanları şimdiye kadar bu oyunlara geldiler. Artık yavaş yavaş uyanmaya başladılar.

Birileri benim “Türkiye Müslümanları” dememi sevmeyecek, beğenmeyecektir. Niçin böyle demeyecekmişim? Türkiye Masonları, Türkiye Yahudileri, Türkiye Atatürkçüleri, Türkiye sanayicileri denilebiliyor da, niçin Türkiye Müslümanları denilmeyecekmiş?
Türkiye Müslümanları, etnik bakımdan hangi ırka ve kökene mensup olurlarsa olsunlar, öncelikle Müslümandırlar. Hiçbir Müslüman “Ben önce şu ırktanım, ondan sonra Müslümanım...” diyemez, dememelidir.

Türkiye’de yaşayan Türkler, Kürtler, Çerkesler, Arnavutlar, Boşnaklar ve diğerleri, çeşitlilik içinde sarsılmaz bir birlik oluşturmalıdır.

Kürtlerin içine sızmış birtakım Gizli Yahudiler bağımsız ve ayrı bir Kürdistan kurmaya çalışıp durdular. Böyle bir şey mümkün müdür? Hiç düşünmeden bu soruya mümkün değildir cevabını vermemiz gerekir. Çünkü, son kırk yıl içinde Kürt nüfusu ülke geneline yayılmış, dağılmıştır. Eskiden en büyük Kürt şehri Diyarbakır (doğrusu Diyarıbekir’dir) idi. Şu anda Türkiye’nin en büyük Kürt şehri İstanbul olmuştur. Bu durumda nasıl bağımsız bir Kürdistan kurulabilir’?
Geçenlerde birtakım Kürt politikacılar “Biz Güneydoğuda laikliğin garantisiyiz. Biz gidersek Şeriat hakim olur...” mealinde laflar ettiler. Onların Şeriat dediği İslâm’dır... Kürt kardeşlerimiz çok iyi bilsinler ki, ülkemizdeki, insan haklarına tamamen aykırı dinsizliklerin sorumlusu Türkler değildir. Ülkemizdeki dinsizliklerden, olumsuzluklardan Müslüman Türkleri sorumlu tutmak haksızlık olur.

Müslüman Kürt kardeşlerime birtakım tavsiyelerim var.

Birincisi: Dinsiz, İslâm’dan uzaklaşmış, dinî tatbikatı olmayan politikacılara inanmasınlar.

İkincisi: İcazetli gerçek ulemaya ve gerçek şeyhlere kulak versinler, onları dinlesinler.

Üçüncüsü: İslâm kardeşliğini bozacak hareketlerden, davranışlardan, söz ve yazılardan uzak dursunlar.

Dördüncüsü: Menfi kavmiyetçiliği öldürücü bir zehir bilsinler.

Beşincisi: Müslümanlar arasındaki üstünlüğün ve faziletin takva ile, dindarlık ile, ilim ile, hayır hasenat ile olduğunu kabul etsinler.

Türkler içlerindeki şeytanlara, Kürtler içlerindeki şeytanlara uyarlarsa hepimizin sonu felaket olur.

http://www.milligazete.com.tr/index.php?action=show&type=writersnews&id=16173

Biz kimi koruyoruz? (YİMPAŞ & Dursun Uyar)

Biz kimi koruyoruz? , Oktay Ekşi, Hürriyet

ADAM bundan 25 yıl önce Yozgat’ta, "Sermayelerimizi veya küçük tasarruflarımızı birleştirip iş kurabiliriz" diyenlerin başına geçiyor. Bundan YİMPAŞ adında bir "mağazalar zinciri" doğuyor.

Ve, sadece "hemşeri" parası yetmeyince Avrupa’da alnının teriyle birkaç kuruş biriktiren çileli Anadolu insanının parasına göz koyuyor.

İnsanımızın zayıf tarafını bildikleri için işin içine biraz din ve iman, biraz helal kazanç, biraz da memlekete hizmet kavramları giriyor. Böylece milyonlarca mark -sonra Euro- toplanıyor. Para verenlere hukuken geçerli olup olmadığı tartışmalı birtakım senetler dağıtılıyor.

Çalım iyi, hedef iyi, lafazanlık iyi... Ama sıra para veren insanların bunun nemasını almasına gelince durum iyi değil. Nitekim İsviçre’de, Almanya’da ve Türkiye’de konu yargıya intikal ediyor.

Sonuç, "Sermaye Piyasası Yasası’na aykırı olarak halka resmi mercilerden izin almadan hisse senedi satmak" suçundan 2 yıl hapis cezası...

Dursun Uyar adındaki kişi, bu suç yüzünden aldığı hapis cezasını çekmemek için her türlü akrobasiyi yaptıktan sonra, mecburen teslim oldu ve "itibarına" (!?) uygun olsun diye, Karabük’ün Eskipazar İlçesi’ndeki "Yarı Açık" Cezaevi’ne kondu.

Yürürlükteki infaz yasasının, adaletle alay etmekten başka bir anlam taşımayan hükmü gereği 9 ay sonra muhtemelen "Yozgat seninle gurur duyuyor!" sloganları arasında hapishaneden çıkar.

Tüm bunları neden yazıyoruz biliyor musunuz?

Küçük tasarrufçunun iyi niyetini kötüye kullanma suçu eğer gerçekten serbest piyasa ekonomisi olan bir ülkede işlenseydi, Dursun Uyar adındaki kişi bir daha gün ışığı göremezdi. Merak edenlere bir liste verelim:

ABD’de ENRON isimli büyük bir şirket de küçük tasarruf sahibi insanların güvenini mahvedip iflas noktasına gelince başındaki Kenneth Lay ile Jeffrey Skilling yargılandı. İkisi de suçlu bulundu. Lay, en az 20 ila 30 yıl arasında bir ceza verilmesi beklenirken öldü. Skilling’e 24 yıl hapis cezası verildi.

Hepsinin suçu üç aşağı beş yukarı aynı olan öteki örnekleri de sayalım:

WorldCom şirketinin başındaki Bernard Ebbers 25 yıl, Tyco International’ın başındaki Dennis Kozlowski 25 yıl, aynı şirketin Finans Müdürü Mark Swartz 25 yıl, ImClone Systems’in Genel Müdürü Sam Waksal 7 yıl hapse mahkûm oldular ve şimdi hepsi de içerideler.

Bizde ise dün Ertuğrul Özkök’ün dediği gibi adaletin emri basın tarafından itile kakıla yerine getiriliyor. Onda da saygıdeğer suçlunun istirahati ön plana alınıyor.

Peki masum küçük tasarruf sahibi insanlarımızın paralarını aynı şekilde "din, iman" nutuklarıyla "söğüşleyen" öteki holdinglerin yöneticileri nerede?

Biz yolsuzu, hırsızı, ahlaksızı korumaktan hiçbir zaman vazgeçmeyecek miyiz?

http://www.hurriyet.com.tr/yazarlar/7941861.asp?yazarid=1&gid=61&sz=19102

29 Aralık 2007 Cumartesi

Organ bağışı ve önemi

İleri kalp, karaciğer ve böbrek yetmezliği olan hastalarda sağlıklı bir yaşam sadece organ nakli ile mümkündür. Bugün ülkemizde böbrek bekleyen 17 - 18 bin hasta vardır. Diyaliz bu hastalarda yardımcı bir tedavi şeklidir ancak kalp, karaciğer hastalarının diyaliz gibi bir yardımcı tedavi olanakları da yoktur. Beyin ölümü gerçekleşmiş hastalar böbrek, kalp, karaciğer gibi organlarını bağışlayarak başka hastalara hayat verebilirler. Ülkemizde organ bağışları henüz istenilen seviyeye ulaşamamıştır. Bu nedenle organ bağışının yaygınlaşması gereklidir. Beyin ölümü gerçekleşmiş hastalarda adından da anlaşılabileceği gibi beyin fonksiyonları tamamen ve geri dönmeyecek biçimde kaybolmuştur. Yani bu kişilerin bilinci yerinde değildir ve ancak solunum makinesi desteği ile yaşamlarının sürmesi mümkündür. Kişilerin ben gerçekten ölmeden organlarımı alırlar korkusu yersizdir çünkü beyin ölümüne karar verecek ekip ile organ naklini yapacak ekip ayrı doktorlardan oluşur.

Organ bağışı benim tıbbi bakımımı etkiler mi?
- Hayır. Organ bağışlayan kişinin organlarının kullanılması ancak o kişiye tıbben yapılacak tüm tedaviler uygulandıktan sonra gündeme gelir.

Organ bağışı dini inançlara aykırı mıdır?
-Kesinlikle hayır. İslam dini de dahil olmak üzere tüm büyük dinlerde organ bağışına aykırı bir durum yoktur. Ayrıca tüm büyük dinler organ ticaretini lanetlemektedir.

Organlarımı bağışlamak için ne yapmalıyım?
-Bir organ bağış kartı alıp yanınızda taşımanız yeterlidir. Organ bağış kartlarını hastanelerden temin edebilirsiniz. Kart temini konusunda daha ayrıntılı bilgi için Organ Nakli Kuruluşları Koordinasyon Derneği ( 0 212 635 85 85 ) temasa geçebilirsiniz. Organlarını bağışlayan bir kişinin bu durumdan ailesini önceden haberdar etmesinde yarar vardır.

Ben sadece böbreklerimi bağışlamak, diğer organlarımı bağışlamamak istiyorum, ne yapmalıyım?
-Bağış kartında bunu belirtmeniz yeterlidir.

Organlarımı bağışlamıştım, vazgeçebilir miyim?
-Evet. Bu iş yanınızda taşıdığınız bağış kartını yırtıp atmanız yeterlidir.

Organ bağışı için yaş sınırı var mıdır?
-Hayır. Beyin ölümü gerçekleşmiş 18 yaşından küçüklerin organlarının kullanılması için ebeveynleri izin vermelidir.

Organ bağışı caizdir

Diyanet İşleri Başkanı Prof. Dr. Ali Bardakoğlu, organ bağışının dinen hiçbir sakıncası olmadığını belirterek, “Dini açıdan caiz olduğunu ispatlamak için delil arıyorlar, halbuki çabalarını zihniyet yapısını değiştirmeye harcamalılar” dedi.

Organ bağışı en büyük sevap

Diyanet İşleri Başkanı Prof. Dr. Ali Bardakoğlu, Diyanet İşleri Başkanlığı'nın organ bağışını desteklediğini açıkladı. Bardakoğlu, şunları söyledi: "Bazı kesimler, organ bağışını günah gibi gösteriyor. Bir insana bir bardak su vermek bile sevap. Bir insanın hayatının kurtulmasına katkı sağlamak, en büyük sevap. Biz, organ bağışını tedavinin bir parçası görüyoruz. Bir insanın hayatını kurtarmak, Kuran'ın ifadesiyle bütün insanların hayatını kurtarmak gibidir. Diyanet İşleri Başkanlığı da, organ bağışında bulunmanın dinen hiçbir sakıncası olmadığı, aksine organ bağışında bulunmanın dinen çok güzel bir davranış olduğu ve organ bağışının desteklenmesi gerektiği yönündeki görüşe katılmaktadır."

http://www.yenisafak.com.tr/gundem/?t=05.07.2007&c=1&i=54363

http://www.radikal.com.tr/haber.php?haberno=134013

Bırakacağınız en güzel miras hayatta iken yapacağınız organ bağışıdır.

Akdeniz Üniversitesi Organ Nakli Eğitim, Araştırma ve Uygulama Merkezi


Organ bağışı bir hayat bağışıdır.

İstanbul Sağlık Müdürlüğü

Organ bağışı birgün sizin de hayatınızı kurtarabilir

CNN Türk, Hayata Bağış

Murat Belge'nin Meşrulaştırdığı Terör

Değerli akademisyen Murat Belge, bugün Radikal'deki ''Elbirliğiyle yaratılan yaratık'' başlıklı yazısını şöyle bitirmiş;

''Ama şimdi, oraya gelmeden, daha özgül, daha dar bir alanda, ne yapmak istediğimizi sorayım: PKK'nın sonuçta sadece bir uzantısı olduğu Kürt sorununu nasıl çözmeyi düşünüyoruz? Bir operasyon daha, bir 'sınır-içi', bir 'sınır-dışı', bir daha, daha daha çok PKK'lı öldürerek mi çözeceğiz? Kafamızdaki çözüm buysa, PKK'lılar birilerini öldürünce neden kızıyoruz? Öldürmenin, ezmenin, bastırmanın 'çözüm' olmadığını, sadece sorunu büyütmeye, çözümsüzlüğü kalıcılaştırmaya yaradığını anlayacağımız bir gün gelecek mi?''

Murat Belge kendisinden beklenilmeyecek derecede büyük bir mantık hatası yaparak, uluslararası alanda terörist bir örgüt olan, (kaldıki uluslararası alanda tanınmasada yaptıkları ortada) PKK ile, bu örgütü -askeri alanda- saf dışı bırakmaya çalışan Türk Ordusunu kıyaslamış. Yapılan son operasyonlar nedeniyle şu soruyu sormuş; ''PKK'lılar birilerini öldürünce neden kızıyoruz?''

Öncelikle kendisinin ''birileri'' diye tanımlağı kimler merak ediyorum. Asker mi, sivil (Türk-Kürt vd. dahil) vatandaşlar mı? Yoksa hepsimi?

PKK'nın nasıl bir örgüt olduğunu anlatmaya gerek var mı? Sivil asker ayırımı yapmadan katlettiklerinden? Bölgeye giden öğretmeninden mühendisine, işçisine, kundaktaki çocuktan yaşlısına katlettikleri vatandaşlarımızdan, uyuşturucu ve insan kaçakçılığındaki rollerinden, yurt içi ve yurt dışındaki haraç toplama faaliyetlerinden ve tüm bunlarla ulaşmak istediği asıl amaç olan ülkeyi bölme konusundaki hedeflerini uzun uzun anlatmaya gerek var mı?

Tüm bunlara rağmen Murat Belge o mantıksız sorusuyu sormuş. Aslında sorulacak o kadar çok soru var ki;

Yukarıda bahsettiğim tüm suçları işleyen örgüt mensuplarına teslim olmaları için defalarca şans tanınmadı mı? Tüm bunlara rağmen bu caniler kanlı eylemlerine devam etmedi mi? Hatta ve hatta hapisten çıkarıp meclise milletvekili olarak girmediler mi? Avrupa Birliği uyum yasaları çerçevesinde çıkarılan onca yasaya, demokratikleşme yolunda atılan onca adıma rağmen rağmen PKK ve yandanşlarının eylemleri daha da artmadı mı? PKK'nın yaptığı tüm bu eylemler sonucunda binlerce sivil-asker kayıp vermedik mi? Halende vermiyormuyuz?

Bende Murat Belge'ye soruyorum şimdi:

PKK yaptığı tüm bu kanlı eylemlerle bahsedilen Kürt sorununun çözüleceğini mi düşünmekte? Daha çok sivil-asker öldürerek, daha çok araba yakarak mı çözülecek bu sorunlar? Neden konuya birde bu açıdan bak(a)mıyorsunuz? Tüm bunlara rağmen ordunun, hükümetin olaylara seyirci kalması, karşılık vermemesi beklenebilir mi? Neden sayın Belge birde bu açıdan düşün(e)müyor sunuz?

Murat Belge neden tersini düşünmüyor?

Murat Belge'nin sorduğu sorunun tersini düşünelim. Kendi mantığına göre varsayalım ki şöyle demiş olsun;

''Türk ordusu PKK'lıları (biz birileri demeyelim) öldürünce neden kızıyoruz?''

Murat Belge bu soruyu sorabilir mi? Hayır soramaz! Çünkü kendisinin tarafı bellidir. Kendisi sorusuyla, mantıksız yazısıyla terörist eylemleri meşrulaştırmışır, hatta destek verir durumuna gelmiştir.

Umuyorum Murat Belge yapmış olduğu bu büyük yanlışın farkına varıp hatasını düzeltir. Aksi halde meşrulaştırmaya çalıştığı PKK'nın bundan sonra yapacağı her kanlı eylemde kendisinin de sorumluluğu olacaktır.

PoliticSans

Göbeğini kaşıyan adamı bulduk: O.Y.

Tuğçe Baran, Gazete Vatan

2007’yi anladığımız kadarıyla Osman Yağmurdereli kapatacak. Yılın “en saçma duruma düşen adam” rolüyle. “Göbeğini kaşıyan meşhur adam” meğer oymuş arkadaşlar! Aylardır aradığımız adamı bulduk yani!

The göbek kaşıyan O.Y. imiş!

Fazıl Say’ın enfes benzetmesiyle yılın karikatürü canlandı! Et oldu, kan oldu, göbek oldu! Milli göbeğimiz kimmiş meğer? Osman Yağmurdereli! Ne kadar rahatladım anlatamam. Altı aydır dert olmuştu bana.. Kimdir, kimdir o göbeğini kaşıyan adam diye fellik fellik dolaşıyordum. Artık rahatladık mı? Rahatladık. Hadise bitmiştir.

Peki hak etti mi?

Hak etti! Son altı ayda resmen “zırvanaya” ulaşmış durumda. Önce “İşkence yapıldıysa o dönemde hangi şartlar altında yapıldı, bunun da sorgulanması lazım” diyerek manasız bir 12 Eylül iskence savunuculuğu yaptı. Sonra Adnan Şenses’ın avukatlığına soyundu amansızca. Sonra yemedi içmedi partisine ne kadar da yakıştığını anlatmak için son bombasını iki pazar önce patlattı: “Diyelim ki, yeni evleniyorum; 25 yaşındayım, kız da 20 yaşında. Karımın türbanlı olmasını tercih ederdim. Evlendiğimizde, saçının telini yalnız benim göreceğim bir eşim olsun isterdim. Bana özel olması açısından! Akşam evine geliyorsun, karının saçını yalnız sen görüyorsun. Elli yaşımdaki karımın kapanmasından söz etmiyorum.” şeklinde neresinden tutsan elinde kalır bir zırvalamayla çıktı ortaya.

Neresinden tutsan elinde kalır bir laf zira:

BİR: Dindarlığı ve türbanı övüyor, meşrulaştırmaya, ay ne kadar içimden gelerek dindarım, türbanatörüm vs vs demeye çalışıyorsa (hani konjonktür, hani partileme gereği) bilmeli ki kadınlar kocalarının kıskançlıklarını yatıştırmak için örtünmüyor, din emrettiği için örtünüyor.

(Yeni başlayanlara müslümanlık dersleri ünite 1) Dinin emrettiği bir şeyi insani gerekçelerle meşrulaştırmak da karşı çıkmak da manasızdır.

İKİ: Kadınlara ruh hastalığına varan kıskançlık katkılı aşırı sevgisinden söz ediyorsa 50 yaşından sonra kadının kapanmasının bir önemi olmadığını söylemesi haylı tutarsız ve münasebetsiz kaçmıyor mu? Kadın dediğin 20 ila 35 yaş arasında mı örtünmeye değer bir mahluktur? Geri kalan zamanlarda açık dolaşsa da kimsenin ilgisini çekmeyecek halde midir? 35’niden sonra çirkin midir? Bakılası ve kıskanılası değil midir? Bu nasıl bir gizlenemez genç kadın merakıdır, hey güzel Allah’ım.. (Kıskançlığı ve kapanmayı savunuyor değilim. Ama böyle marifetmiş gibi saçıklıyorsan bari tutarlı ol..)

Tabii ne oldu? “Hem dersini çalışmaz hem de şişman herkesten” (ve “hem de her devrin adamı, süper fırıldak tonton”) olarak yedi lafı. Kimden? Yine yılın bir başka adamı Fazıl Say’dan. “Kendisi Bekir Coşkun’nun anlattığı göbeğini kaşıyan adamdır benim gözümde” diye patlattı sevgili gidici piyanistimiz.. Fazıl Say’da da bir açılma bir açılma.. Hani takdir etmiyor değiliz. Ard arda patlatıyor bombaları, balonları, teşbihleri.. Hürriyet dışında bir gazete de okusa arada iyi olacak ama olsun. (Yazarlarıyla sıkı fıkılığı gözlerden kaçmıyor. Bizler de varız sayın piyanistim! Ağırlarız sizi de icabında fakirhanemizde.. Olmadı Adem Baba’da)

Buradan ne çıkıyor?

BİR: Göbeğin büyükse zırva zırva laflar etmeyeceksin. Şişmanlık her daim başa bela.

İKİ: Fazıl Say gitmesin bir yere! Kalsın burada. İsviçrelerde yapamaz bu enfes teşbihleri. Ziyan olur. Bu ülkenin (ve medyanın) onun gibilere ihtiyacı var! Sayesinde kim nedir anlıyoruz ve ışıl ışıl aydınlanıyoruz.

http://w9.gazetevatan.com/haberdetay.asp?tarih=29.12.2007&Newsid=154192&Categoryid=4&wid=6

Terörün başka adı yoktur!

Ruhat Mengi, Gazete Vatan

İslâmi terör yalnız değil. Türkiye bir de etnik terörle uğraşıyor. Son olarak Demokratik Toplum Partisi “PKK’nın siyasal örgüt olduğunu” dile getirdi. Bu durumda herhalde kanlı suikastlere, terör örgütünün eylemlerine de “siyasi proje” diyorlardır.

DTP’nin son zamanlarda PKK’yı koruyan, terörist başına saygı gösterileri yapan, ne olduğu açıkça bilenen problemlerini “PKK’yla uğraşmayı bırakın, asıl Kürt sorunu içerde” sözleriyle gizleyen, her konuşmalarında “kapatılma gayreti” gözlenen tutumları giderek susulamaz hale geliyor.

Güneydoğu’daki belediyelerin çoğunu demokratik olarak aldılar, milletvekili oldular, grup kurdular ama demek siyaseten bu hâlâ yetmiyor ki bir de kanlı cinayetler işleyen terör örgütünü “siyasi” ilân etmeleri gerekiyormuş.İyi de bu “kardeşlerimiz”, “bu vatanın çocukları” dedikleri örgüt kendileri dışındaki diğer vatan çocuklarını ve önlerine gelen her şeyi katlediyor, tahrip ediyor, patlatıyor.

Herkes “DTP’li kardeşler” kadar şanslı değil, son olarak 28 yaşında üç çocuklu bir genç kadın patlayan bomba ile hayatını kaybetti. Geçim kaynağını, arabasını, otobüsünü kaybedenlerin feryatlarına dayanmak mümkün değil... Birazcık vicdanı, insanlığı olan hiçbir yürek buna dayanamaz.

Milletvekili seçilmiş insanların, başka bir ülkede saklanarak sınır geçip kendi deyimleriyle “kardeşlerini” vuran teröristlere arka çıkmasını, bunun da adını partilerinin ağzından “siyaset” olarak koymasını normal kabul ediyorlarsa artık söylenecek söz kalmamıştır.

Sorun orada değil de içerdeyse “sorunun kendisi acaba DTP mi?” sorusu geliyor akla o zaman. Zira yaptıkları demokratik yol yerine terör şantajıyla istek kabul ettirmeye çalışmaktan başka bir şey değildir.

Demek ki Çerkezler, Arnavutlar, Lazlar veya bir başka etnik grup da terörist eyleme kalksa bir de “Çerkez sorunu”, “Arnavut ya da Laz sorunu” ortaya çıkacak. Her grubun kendine göre bir talep bulması hiç de zor değildir. Ama nedense DTP ve PKK kardeşliği dışında hiçbir grubun sesi çıkmıyor.

DTP belki gerçekten kapatılmaya çalışıyor ve bunun için tahriklerini giderek arttırıyor. Oysa asıl yapması gereken “siyasal örgüt” olduğunu iddia ettikleri terörist örgüte milletvekili oldukları ülkenin şehirlerini bombalamalarının masum insanların canını malını almaktan, onlara zarar vermekten başka bir işe yaramayacağını anlatmaktır.Aksi takdirde terörle özdeşleşen bir parti kendi bölgesinde bile kaybetmeye mahkumdur. Ki bunu son seçimde görmüş olmalılar.

http://w9.gazetevatan.com/haberdetay.asp?tarih=29.12.2007&Newsid=154188&Categoryid=4&wid=4

''Aftan Öcalan da yararlanabilir'' (221. Madde)

Kanadoğlu'ndan 221’nci maddede 'esnetme' çalışması yapan hükümete uyarı.

Yargıtay Onursal Cumhuriyet Başsavcısı Sabih Kanadoğlu, Türk Ceza Kanunu’nun terör ve terörle mücadeleyi düzenleyen 221’nci maddesinin “esnetilmemesi” gerektiğini söyledi. Kanadoğlu, “Amaç suç işlemiş kişileri de işlemeyenler gibi topluma kazandırmak ise, bunun adı aftır ve bunun sonu hiç ummadığımız kişileri de aftan yararlanmasına kadar gidebilir. Buna PKK’nın lider kadroları da dahildir” dedi.

Sabih Kanadoğlu, Halk TV’de katıldığı bir programda gündeme ilişkin değerlendirmelerde bulundu. Kanadoğlu, TCK’nın 221’nci maddesinin “esnetilmemesi” gerektiğini vurgulayan Kanadoğlu, “Eğer, hiç örgüt suçu işlememiş birilerini affetmek istiyorsak bu zaten 221. maddenin içeriğinde var. Amaç suç işlememişlere yönelik bir uygulama ise ayrı bir düzenlemeye gerek yok. Suçun işlenip işlenmediğinin tespiti de ayrı bir konu. İktidar, 221. maddenin bazı hükümlerini esneteceğini söylüyor. 221 bir temel yasadır. Temel yasalarda böyle oynama yapılması gelecek açısından umut vermiyor” diye konuştu.

-APO BİLE YARARLANABİLİR-

“Amaç suç işlemiş kişileri de işlemeyenler gibi topluma kazandırmak ise, bunun adı aftır ve bunun sonu hiç ummadığımız kişileri de aftan yararlanmasına kadar gidebilir” diyen Kanadoğlu, şunları söyledi:

“Buna PKK’nın lider kadroları da dahildir. Çünkü siz böyle bir yasayı gündeme getirirseniz, eşitlik ilkesi de gündeme gelir. Ayrıca, siz silahlı mücadele devam ederken, af konusunun ortaya çıkması, sizin terörle mücadele etmekte olan güvenlik güçlerinizi de moral açıdan etkiler.

Bunun bir sakıncası daha var. Afla dışarı çıkan insanın suçlu olup olmadığıyla ilgili devlet sorumluluk alır çünkü eğer o kişi suçlu derse bunu kanıtlamak zorundadır. Bu sorumluluklar çerçevesinde bu insanlara iş bulunması, çeşitli sosyal güvencelerinin sağlanması söz konusu olur. Bu konu suiistimale de neden olabilir. İş bulmak için, devlet güvencesi için suça yönelenler dahi olabilecektir.”

-TOPLUMA KAZANDIRMA YASALARI BAŞARISIZ OLDU-

Sabih Kanadoğlu, Türkiye’de topluma kazandırma konusunda şu ana kadar 8 yasa çıktığını hatırlattı ve bu yasaların istenilen sonuçları vermediğini kaydetti.

Daha önce çıkan pişmanlık yasalarıyla ilgili rakamlardan örnekler veren Kanadoğlu, şöyle devam etti:“2003 yılında, 4959 sayılı yasayla çıkan düzenlemeye, 4 bin 360 kişi başvurdu. Bu başvuruların 2 bin 980’i cezaevinde bulunanlar tarafından yapılmış, bin 360 kişi dışarıdan ya da dağdan başvurmuş. Başvuranların bin 975’i Hizbullah üyesi, o zamanın bakanlığının deyimiyle ‘dini motifli örgüt üyeleri’, bin 935’i PKK’lı ve aşırı sol örgütler.

Bir devlet bu şekilde bir af çıkarırsa, esas olarak dağa çıkışı teşvik etmiş olabilir. Örgüt mensuplarında ya da suçlularda, devlet nasılsa bir şekilde ödün verecektir düşüncesine neden olabilir.

-301. MADDE KALMALI-

Kanadoğlu, tartışmalı 301’nci maddeye ilişkin açıklamalarda da bulundu. 301’nci maddenin gerekli olduğunu savunan Kanadoğlu, “Çünkü ulusal onurunu koruyamayan ülkelerin sonu karanlıktır. Beni üzen şu ki, biz bunu AB’nin baskısıyla yapmamalıyız” diye konuştu.

Maddedeki, Türklük kavramından, “Türk milleti” algılandığına vurgu yapan Kanadoğlu, esas değişen şeyin bu konudaki inisiyatifin Adalet Bakanlığı’na bağlanması olduğunu söyledi. Siyasi bir suçun izne bağlı olmasının yadırganamayacağını anlatan Kanadoğlu, “Bu konuyla Adalet Bakanı ya da Cumhurbaşkanı ilgilenebilir. Ama Cumhurbaşkanı’na gitmeden Adalet Bakanı’na bağlanması doğrudur. Kötüye kullanılabilir mi, evet ihtimal dahilindedir. Ama bu kötü kullanmayı eleştirme hakkına da biz sahibiz. Bu konuda göz göre göre keyfi uygulama yapılacağını zannetmiyorum” dedi.

Gazete Vatan http://w9.gazetevatan.com/haberdetay.asp?tarih=29.12.2007&Newsid=154287&Categoryid=1

28 Aralık 2007 Cuma

“Hakem Ol, Ama Bütün Yolları Tıka!..”

İçinden geçtiğimiz emperyalist süreçte, sömürgecilerin binbir taktiğini görüyoruz. Yine bunlara dönelim ve yüzyıllar öncesinden bir örnekle onların değişmeyen taktiklerini açıklayayım.

Kral Büyük İskender, filozof Aristo’ya bir mektup yazar ve sorar:- “Zapt ettiğim topraklardaki insanları baskı altında tutabilmek için neler yapmalıyım?”
Sonra, aklına gelen yöntemleri sıralar:

“1- Onları sürgüne mi göndereyim?
2- Hapse mi atayım?
3- Kılıçtan mı geçireyim?”

Filozof Aristo hepsine tek tek yanıt verir:
“1- Onları sürgüne gönderirsen, sürgünde top(ar)lanıp sana isyan ederler.
2- Hapsedersen, hapishaneleri militan yuvasına çevirirler, denetiminden çıkar.
3- Kılıçtan geçirirsen, sonraki kuşak intikam hırsıyla büyür, krallık tahtını sallar.”

Büyük İskender’in aklına gelen hiçbir yönteme onay vermeyen Aristo, Kralın gücünü koruması için şu öneride bulunur:

“İnsanların arasına nifak(ayrılık) tohumları ekeceksin ki, birbirleriyle mücadele etsinler, savaşsınlar. Savaşınca, hakem olarak kendini kabul ettireceksin ama anlaşmaya giden bütün yolları tıkayacaksın.”

Bu örnek, Türkiye ve bölgemizdeki oyunları nasıl da açıklıyor değil mi?..

Hulki Cevizoğlu'ndan: http://www.cevizkabugu.com.tr/yazilar.asp?procid=76 , 25 Aralık 2007

Genocide? This American says “NO!”

By Renee Abramson

The Anti Defamation League (ADL) has recently stated it supports the claim of an Armenian genocide occurrence. Does this come to anyone as a surprise? What else can we expect from a human rights group? The ADL is not a political group. The ADL is not Israel. It does not represent Israel (who has not taken a position). It does not represent the Jews. The ADL represents itself. That is all. One would think that Israel, or certainly some lone member of Knesset, would support the claim on this sensitive issue of a possible genocide with an ally as close as Turkey is to Israel. Even more interesting is the time frame of this ethnic cleansing that the Armenians claim. During the same time that they claim the Turks set out to annihilated their entire existence, the Ottoman Empire was in Palestine, in Jerusalem . For centuries the Armenian Quarter had existed in Jerusalem. Why not start there? One would think that the Turks occupying Palestine would wipe out that quarter. Even back then it would probably take them all but an hour to do so. However, not only did the Armenians in Jerusalem, survive, but they thrived. There were no skirmishes. In fact, the Turkish Ottomans gave the Armenians, just as they had given the Jews, the freedom to practice their own religion.

Must we Jews be reminded that on Mar. 28, 1949, Turkey became the first country with a Muslim majority to formally recognize the State of Israel? Not only this but they were among the first nations to ratify Israel's Statehood. When 150,000 Spanish Jews fled the inquisition, the crusades and the Black Death, They repopulated Constantinople's (today's Istanbul) declining population. These Sephardic Jews settled in Constantinople, but also in Thessalonica which came to be known as "Mother of Israel" due to its large Jewish population.

Do we forget that Turkey also served as a transit for European Jews fleeing Nazi persecution during the 1930s and 1940s? The Israeli foreign ministry has characterized its relations with Turkey as "perfect." With the dissolve of the Ottoman Empire, Israel has maintained a friendship for almost 90 years. These two countries train their armies together. If Israel had thought for a moment that their allies were capable of ethnic cleansing, then they would not have a long established friendship. If there were an ethnic cleansing, then the Armenian quarter that was long established for centuries would not have flourished during the Ottoman Empire.

This was war

We Jews know what ethnic cleansing is. Probably more so than many other ethnic groups do. What happened to the Armenians was a horrific massacre and loss of life. Was every massacre throughout history motivated by ethnic cleansing? Certainly not. What Hitler tried to accomplish is a far cry from any Armenian so-called genocide. You cannot deny that many Armenians lost their lives as they were looking for a land of their own, however, what is not recognized is that the Armenians themselves inflicted as much damage as others in the hostilities of that time for their own selfish objectives. The Turk's only policy was the removal of Armenians from the front line with Russia, where they were collaborating with the Ottoman Empire's enemies. They were a threat to security. This is called war.

Regarding persecution, the Ottomans had one of the most tolerant policies toward non-Turks of any empire of its day. The three communities of Jews, Greeks and Armenians were virtually autonomous within the empire. It cannot be denied that throughout history the Ottoman Empire unlike any other empire of its time allowed Jews to practice their own religion as well as many freedoms of their time. When the Ottoman Empire had taken over Jerusalem, had they tried to annihilate the strong presence of the Armenians who had their own quarter? Never. Could you say that the Russians committed genocide against the Circassians and Adyghes? If you could then the Armenians slaughtered 200,000 people including Turks and Kurds and Jews in Eastern Anatolia during Turkey 's Independence War while the Turks were fighting against the imperial powers of Europe on five fronts. Armenians took advantage of the Turks' weak position and waged a war against them by opening a new front. But, this was war.

As a Jew, I have huge respect for the Ottoman Empire as they gave us freedom of religion to not only Jews but to the Christians as well. My grandfather was born under the Ottoman Empire in Jerusalem. We return to our history books that once again show us that the Ottomans allowed freedom of religion unlike every other empire that existed. This set the precedence for a friendship between Israel and Turkey . Once more, one does not befriend its enemy. Could it be that the Armenians massacred were only the victims of war?

When the public is given the correct information, then we can make an intelligent choice. Our history books give us the proof as the Armenians had a complete alphabet at that time and kept good records as did the Ottomans. In 2007, however, history was ignored and replaced with slanting, propaganda and lies. The House's decision to rewrite history and rename the Armenian/Turkish conflict as genocide is ridiculous. Not even the United Nations or Israel has supported this as true. It was not racially motivated. There was no ethnic cleansing. If this held any truth then the Armenian quarter could have been wiped out in an hour but instead was respected by the Muslim Ottomans allowing the Armenian quarter to flourish and grow giving them freedom of religion.

Genocide is being used as a loose term

In a recent article in the Jerusalem Post Armenians in Israel led a small protest and were upset that Israel had not taken an official position. One would think that Israel would be the first country to define Genocide with its own history. The problem is that Genocide is being used as a loose term. Israel, a people who have tasted the bitterness of ethnic cleansing would be the first to declare this as genocide. They have had nearly 90 years to do so. Instead, they have befriended Turkey as the two nations train their military together and have become close allies.

Here in the year 2007, nearly 100 years after the decline of the Ottoman Empire, Armenians are still trying wake the dead in this controversy. This is alike to Black African Americans looking for reparations for slavery. And like this it falls upon deaf ears. Society has little tolerance for people with a chip on their shoulder.

It is not enough that this country had not learned from Vietnam and Iraq, but now the House wants to re-write history concerning the Armenian Turkish conflict. The problem is, the West is trying to judge history with respect to its own historical and cultural references. Racism is a Western concept, which didn't have a place in Turkish or Ottoman history and the West cannot understand anti-racist Ottomans. Annihilation is a Western concept and the West cannot understand the Ottomans which chose to let live instead of wipe out. Assimilation is a Western concept and the West cannot accept the fact that different ethnic groups could live together.

Mainstream Western understanding has given the word "culture" a specific meaning and does not understand culture beyond that. And it chooses to denigrate what it does not understand. The problem is, the last real empire that the West had was the Roman Empire. Later so-called "empires" were only colonial formations, not real empires, and depended on exploitation and repression. Like İlber Ortaylı said, the last Roman type empire was the Ottoman Empire.

You can't really expect the (declining) Western powers to understand and appreciate something that is really different from their understanding of politics. That's like Americans appreciating Martian culture and politics. However while the House committee voted, acknowledging the Armenian Genocide, it disregarded the Azerbaijan Genocide of 1905-1907 by the Armenians. War is war. This claim of genocide happened as much as the Jews crucified Jesus. When will the House stop robbing Peter to pay Paul? The ADL, and like organizations such as CAIR and the NAACP should go back to their support of illegal immigrants rights as they have been doing and leave history to the books.

TDN, November 5, 2007

http://www.armenianreality.com/index.php?option=com_content&task=view&id=111&Itemid=1

***

''Bernard Lewis Speaking on Armenian Allegations''



E books about the Armenian issue

E Books, e-konsolosluk.net

  • ''The Armenian Problem and International Law The Armenian Problem and International Law'', by Gündüz Aktan

  • ''Armenian Question - The History'', by Justin McCarthy

  • ''Armenian Atrocities- A Compilation Of Views'', MFA Turkey

  • ''Hitler and the Armenian Question'', by Prof. Dr. Türkkaya Ataöv

  • ''Ten Questionas, Ten Answers - Armenian Claims'', Ministry of Foreign Affairs

  • ''Declarations made by American Academics on Armenian Issue'', MFA Turkey

  • ''The Orly Trial - Armenian Issue'', MFA Turkey

Available to download as PDF;

http://www.e-konsolosluk.net/eLibrary/eLibrary_Main.aspx

Düşünce kutsal mıdır?

H. Gökhan Özgün, Radikal

Geçen pazar Sean Penn'in bir kısa filmi üzerine yazdığım '11 Eylül için 'iyi oldu' diyebilmek' yazısıyla ilgili Amerika'da doktora yapan bir iktisatçıdan, Kenan Erçel'den bir yorum aldım. Yorumunu her ne kadar kısaltmak zorunda kalsam da, elimden geldiğince özüne sadık kalmaya çalıştım... Kenan Erçel şöyle diyor:

"ABD'deki ifade özgürlüğü, genişliği insanı bazen hakikaten hayrete düşürse ve imrendirse de bu özgürlüğün pasifize edici bir yanı da var sanki... 11 Eylül'ü müteakiben, ABD'de çoğunluk savaşa karşı, Bush ve şürekâsını tefe koymayan yok, Beyaz Saray'ın önünde savaş karşıtı gösteri yapmak serbest ama.. yani, ifade özgürlüğü ne denli genişse, ifade o denli etkisiz.. demek istemiyorum. Ama, öte yandan da, keşke Sean Penn'in filmi biraz daha fazla şimşekleri üzerine çekseydi diye düşünmeden de edemiyorum. İktidarın hışmı, gazabı kadar kayıtsızlığı da ürkütücü." (Kenan Erçel) Bambaşka bir yazı yazacaktım ama Kenan Erçel'in samimi serzenişi bana kendimi daha iyi ifade etmek için bir fırsat sundu. Bu fırsatı değerlendirmek istedim.

Düşünce, ifade ve vicdan özgürlüğünü hiçbir zaman iktidar mücadelesinin ya da iktidarla mücadelenin en önemli aracı olarak görmedim. Düşünce özgürlüğü bana kalırsa daha ziyade bir varolma mücadelesidir. 'Özgürlükler'in toplumu dönüştürmekten çok derinleştirdiği kanaatindeyim. Sistemin boşluksuz kütlesinde, boşluklar, gözenekler açmaya yaradıklarına inanıyorum. Altkültürler için bir espas, bir zemin yarattıklarını düşünüyorum. Düşünce özgürlüğünden nasibini almamış yerlerde bırakın iktidara tırmanmayı kimilerinin düşebileceği bir yer bile yoktur. Tek ayak üstünde büyük bir kalabalığın ortasında öyle durulur. Bu bazen bir ömür boyu sürebilir. Düşünceler iktidarları tehdit edemez. Ama yalnızca ve yalnızca düşünceler bir 'gelecek duygusu' yaratabilir. Ve siyasetler de bu gelecek duygusu üzerine kurulur. Fikir özgürlüğünden mahrum toplumlarda hakiki bir 'gelecek duygusu' yoktur.

Ve/fakat burada bence çok önemli bir nokta var. Düşünce özgürlüğü dediğimiz şey, bu özgürlüğe gerçekten rağbet eden toplumlarda bir özgürlükten ziyade bir fetiştir. Ve düşünce bir 'fetiş' olduğu için bu toplumların kuburuna atılamaz. Düşünce ve ifadeye gösterilen saygı, hümanist bir özgürlük duygusuyla değil, bir fetiş hissiyle beslenir. Düşünce özgür değildir. Düşünce dokunulmazdır. Bu fetişizmin arkasında büyük bir şüphecilik duygusu, büyük bir 'belki' hissi yatar. Bu yaygın duygu neredeyse doğal bir din gibidir. Düşünce kutsal olduğu için özgürdür. Özgür olduğu için kutsal değildir. Hindistan'da inek misali. Ama bizim gibi toplumlarda düşünce bir inek gibi kasaplıktır. Mesela Hrant Dink'in tetikçisi O. S.'dir, ama azmettiricisi ayan beyan medyadır. Medya Hrant Dink'i düşüncelerini yaşatmaya çalıştığı marjinal metropoliten alandan itekleyerek çıkarmıştır. Onu ve düşüncelerini hafızasını yitirmiş bir milletin yüzüne münazara kisvesi altında bir düello teklifi gibi çarpmıştır. Çünkü eğer etobursan ineğin kutsallığına istesen de inanamazsın. Liberal ahlakın arkasında 'şüphecilik' vardır. Şu liberal solculuk kavramından anladığım da zaten her zaman 'şüpheci solculuk' olmuştur. Neden şüphe ettiği de onun şahsi meselesidir.

Benim fani hayatımda gördüğüm, düşünceyi bir fetiş, bir ikon haline getirmeyi başarmış Anglosakson medeniyetinin dünyayı açık açık yönetmekte olduğudur.

Belki de düşünce fetişizmi ve şüphecilik bütün insanlık için mümkün olan yegâne ortak inançtır. Tek uzlaşma noktasıdır. Belki de Anglosakson medeniyetinin zaferinin veya iktidarının arkasındaki motor bu gizli şüphecilik 'dini'dir. Bu tartışmayı belki de bundan bir-iki yüzyıl sonra hepsi kaçınılmaz olarak 'fluently English' konuşacak çocuklarımız, torunlarımız yaparlar. Belki o zaman neler oldu neler bitti daha iyi anlaşılır. Zira, bırakın düşünceyi dili bile dokunulmaz saymayanlar, dilimizi bütün Arapça nüanslardan tıraşlayarak katledip bir barbar dili haline getirmeyi başarmışlardır.

Bütün bu söylediklerim birer 'belki' tabii. Bu memlekette kimse 'belki'ye rağbet etmez. Ve bu ne yazık ki çok kesin bir bilgidir. Şüpheci bünyemizdeki sertlik bu topraklardaki bu biteviye kesinliktendir.

http://www.radikal.com.tr/haber.php?haberno=242873

DTP kendini bitiriyor

Yasin Doğan, Yeni Şafak

DTP Parti Meclisi toplantısından yine PKK'yı savunan, devleti suçlayan bir açıklama çıktı.
Parti Meclisi açıklaması diyor ki, “Kürtlere karşı bir bütün operasyon olduğu düşüncemiz güçlenmiştir”.

Askeri operasyonların bir bütün olarak Kürtleri hedef aldığı gibi düşünce çarpıtmanın ötesinde bir büyük yalandır, kendi kendini kandırmadır.

Doğu ve Güneydoğu'da yaşam normal şekliyle sürmektedir. Bu operasyonlar, ne Türkiye'deki Kürtleri hedef almaktadır, ne de Kuzey Irak'taki… Tek hedef terör örgütüdür.

PKK ile kendisini özdeşleştiren DTP'nin terör örgütüne yönelik operasyonu kendisiyle ve Kürtlerle ilişkilendirmesi, zaten parti olarak uzun zamandır yaşadığı paradoksun bir parçasıdır.
Yine bildiriye göre PKK, Kürt sorununun çözümünü isteyen bir siyasal örgütlenmeymiş. Peki dünyanın ulaştığı bu noktada silahlı örgüt kurarak, kan dökerek, başkaldırarak sorunlara çözüm aramanın makul, mantıklı ve hukuki bir tarafı var mıdır?

Türkiye'nin ulaştığı demokratik olgunluk seviyesi her türlü sorunun siyaset zemininde tartışılmasını mümkün hale getirmiştir. DTP'nin varlığı bunun bir göstergesidir.
Hukuka, demokrasiye ve sosyal barışa tamamen zıt olan silahlı yöntemlerle hak aramanın savunulur tarafı yoktur.

DTP için mesele PKK'ya terör örgütü deyip dememekte kilitlenmiyor. Asıl DTP'liler bu konuyu canlı tutup, duygu sömürü yapıyorlar. Mesele, DTP'nin hâlâ silahlı başkaldırı yöntemini savunur mahiyette konuşması ve terör örgütünün yan kolu gibi faaliyet göstermesidir.

PKK ile bağlantısını kesen ve terörizmi övmeyen bir DTP'ye niçin tahammül gösterilmesin?
DTP'nin nazarında devlet “kötü”yü, PKK “iyi”yi temsil ediyor.

“Devlet askeri harekatı durdursun” diyebilen DTP, niçin PKK silahlarını bıraksın, terörist eylemlere son versin diyemiyor?

Devlete her türlü eleştiriyi, hakareti ve suçlamayı yapan DTP, niçin PKK'yı eleştiremiyor, tartışmaya açamıyor?

DTP demokratik zeminde Kürtlerin meselelerini siyasetin konusu yapabilmek için öncelikle hukuki ve siyasi meşruiyete sahip bir siyasal dil üretmelidir. Savaş jargonuyla, çatışma üslubuyla, tehdit diliyle meşru bir siyasal çizgi oluşturulamaz, oluşturulsa da herhangi bir toplumsal kesimin sorunları siyasal alan içinde çözülebilir nitelik taşıyamaz. Çevrenin talep ve beklentilerini merkeze taşımanın yolu, öncelikle merkezin diline bu sorunları tercüme edebilmek, bu alanda kabul edilebilir ve çözüm bulunabilir bir formata dökebilmektir. Aksi halde merkezden dışlanmak kaçınılmaz olur.

Kürt meselesini konuşacak, tartışacak, çözecek kabiliyet demokratik siyasetin enstrümanlarıyla mümkündür.

DTP'nin terörist unsurları siyasetin bir argümanı gibi kabul ettirmeye çalışması abesle iştigaldir.
DTP'ye tahammül etmek, nasıl demokrasinin bir gereği ise PKK'ya tahammül etmemek de demokrasinin bir gereğidir…

http://www.yenisafak.com.tr/yazarlar/?t=28.12.2007&y=YasinDogan

Doğu’nun Kızı (Benazir Bhutto)

Zülfü Livaneli, Gazete Vatan

Babası idam edilmiş, bir kardeşi Karaçi’de diğeri Paris’te öldürülmüş olan Benazir Butto’nun hayatı, aile geleneğine uygun olarak bir trajediyle noktalandı. Kitaplarından birisinin adı “Doğu’nun Kızı”ydı. Eğer kaderi onu Doğu’nun değil de Batı’nın kızı olarak dünyaya getirseydi büyük bir olasılıkla şu anda yaşıyor olurdu.

Harvard Üniversitesi Radcliffe Koleji’nde okuduğu siyaset bilimi ona Pakistan’daki bombalardan çok daha farklı şeyler öğretmişti.Oxford tahsilinde öğrendiği siyaset teorileri başka bir dünyaya, Batı dünyasına aitti.Bu bilgiler Doğu’nun bombaları ve kan geleneği içinde bir işe yaramıyordu. Gerçi Batı da kan banyosundan geçen, insanları kitleler halinde katleden bir yapıya sahipti ama bugünlerde siyaset Doğu’da daha zordu.

Bir kadın için zengin, güzel, iyi eğitimli ve ünlü olmak ne kadar iyiyse, bunları Doğu’da kazanmış olmak o kadar kötü. İlk kez 35 yaşında başbakanlık yapmış olan bu genç kadın, eğer isteseydi ömrünün sonuna kadar hayatını, neşe ve refah içinde geçirebilirdi. Londra, Paris, New York gibi merkezlerden birinde -ya da hepsinde birden- sahip olacağı malikânelerde el üstünde tutulan zengin ve ünlü bir kadın olarak yaşayabilir, dünya üniversitelerinde konferanslar verebilir, yazlarını Karayip Denizi’ndeki yat tatillerinde geçirebilirdi. Bu hayatı yaşayacak olanaklara sahipti. Ama insanoğlundaki sıla duygusu nasıl köklü bir şeydir ki onu yine kan, ateş ve barutun içine attı.

Babasını asmış, kardeşlerini öldürmüş, kendisini hapse atmış ülkesine yine siyasetçi olarak döndü.Halkını medeniyete, aydınlığa, eğitime ve çağdaş yaşama biraz daha yaklaştırabilmek için. Ama ne yazık ki fanatikler böyle kutsal amaçlara inanmıyor.

Osmanlı idamla siyaset kelimelerini aynı anlamda kullanarak doğru bir iş yapmış.İdam meydanına, siyaset meydanı demesi boşuna değil.“Ya devlet başa, ya kuzgun leşe” cümlesi de, siyasetçilerin söylediği “İki gömleğim var; biri bayramlık, biri idamlık” sözü de bu toprakların ürünü.

Bu olay bana insani açıdan Yunan trajedilerini hatırlatıyor.Ve babası öldürülmüş olan mitolojik Elektra gibi, Benazir’e de yas yakışıyor.

http://w9.gazetevatan.com/haberdetay.asp?tarih=28.12.2007&Newsid=154022&Categoryid=4&wid=5

İlgili Yazılar

Demokrasi ve şiddet, Erhun Babahan, Sabah
http://www.sabah.com.tr/haber,B2508C28E91943378D8A9B16F216818F.html

Senaryo gerçek oldu, ABD askeri Pakistan'a girecek! , İbrahim Karagül, Yeni Şafak
http://www.yenisafak.com.tr/yazarlar/?t=28.12.2007&y=IbrahimKaragul

Buttoların kaderi, Pakistan'ın kaderi , Murat Yetkin, Radikal
http://www.radikal.com.tr/haber.php?haberno=242849

Bir yasanın çağrıştırdıkları

Erdal Şafak, Sabah

Dünyada jinekolojinin öncüleri arasında sayılan Prof. Wilhelm Liepman, insülini bulan Prof. Erich Frank, medeni hukuk ve Roma hukuku uzmanı Prof. Andreas Schwarz, uluslararası hukuk uzmanı Prof. Karl Strupp, neoklasik ekonominin son teorisyeni Prof. Wilhelm Röpke, modern mantığın kurucularından filozof Prof. Hans Reichenbach... Nazi zulmünden kaçan ve 1933'den itibaren Türkiye'ye akın eden Alman bilim adamlarından sadece birkaçı bu saydıklarımız.


Yahudi kökenli oldukları için Hitler'in şerrinden korkan Fransa'nın kabul etmediği, İngiltere'nin "Vizeleri yok" bahanesiyle kapıdan çevirdiği, Avrupa'nın diğer sözde demokratik ülkelerinin de kaderlerine terkettikleri o beyinlere Büyük Atatürk kucak açmıştı. Dönemin Milli Eğitim Bakanı Dr. Reşit Galip onlara şöyle seslenmişti: "500 yıl önce İstanbul'u kuşattığımız zaman Bizanslı bilginlerin İtalya'ya göç etmelerini önleyememiştik. İşte bugün Avrupa'dan rövanşı alıyoruz."

Liste o kadar uzun ki... İktisat profesörleri Wilhelm Röpke, Dankwart Rüstow, Gerhard Kessler, Umberto Ricci, gelir vergisi sistemimizin mimarı Prof. Fritz Neumark, kimya profesörleri Fritz Arndt, Felix Haurowitz, tıp profesörleri Philip Schwartz, Rudolf Nissen, jeolog Wilhelm Salomon-Calvi, fizikçi Harry Dember, müzik profesörleri Paul Hindemith (besteci), Eduard Zuckmayer...

Bitmedi; kent bilimci Prof. Gustov Oelsner ile Prof. Ernst Rudolf Reuter (1948'de Batı Berlin'in ilk belediye başkanı seçildi), operatör Prof. Rudolf Nissen, Ankara Tıp Fakültesi'nin kurucusu Prof. Alfred Marchionini, göz hastalıkları uzmanı Prof. Joseph Igersheimer...Bitmedi; Devlet Güzel Sanatlar Akademisi'nin heykel bölümünü yaratan Prof. Rudolf Belling, Türk operasına çağ atlatan Prof. Carl Ebert, arkeologlar Prof. Kurt Bittel ve Prof. Hans Güstav...Yine bitmedi; İstanbul Dişçilik Fakültesi'ni kuran Prof. Alfred Kantorowicz, edebiyat kuramcısı Prof. Leo Spitzer, Astronomi Enstitüsü'nün babası Prof. Erwin Freundlich, felsefe tarihçisi Prof. Ernst von Aster, psikolog Prof. Wilhelm Peters, Asuroloji'nin anıt ismi Prof. Benno Landsberger, Hititoloji'nin babası Prof. Gustov Güterbock, filolog Prof. Georg Rohde, ilk botanik bahçesini kuran Prof. Alfred Heilbronn, matematikçi Prof. Richard von Mises, Manyas kuş cennetini bulan zoolog Curt Kosswig, TBMM binasının ve neredeyse tüm bakanlık binalarının mimarı Prof. Clemens Holzmeister...

Ve Türk modern mimarlığının yaratıcılarından Prof. Bruno Taut... Atatürk'ün katafalkını yaptıktan sonra hastalanıp öldü. Edirnekapı Şehitliği'nde yatıyor.

Çağdaş Türkiye'nin mimarları

Onlar eğitim, özellikle de üniversite reformlarında Atatürk'ün beyin takımını oluşturdular. Reşit Galip "Biz yoksul bir ülkeyiz. Sizlere layık olduğunuz ücretleri veremiyoruz. Kusura bakmayın" demişti. Herbirine 500-800 lira arasında aylık bağlandı. Bu, Türk profesörlerin ortalama aylığının dört, milletvekili maaşının üç katıydı.

Türkiye'nin o dönem baştacı yaptığı 70'i aşkın Alman bilim adamı arasında bir yıldız daha vardı: Hocaların hocası Prof. Ernst E. Hirsch. 1930-1955 arasında Türkiye'nin yetiştirdiği hukukçuların ezici çoğunluğu onun "Rahlei tedris"inden geçti. O kadarla da kalmadı hizmeti.Türkiye şu sıralar yeni bir Ticaret Kanunu yapmaya çalışıyor. 7 yılda hazırlanabilen 1535 maddelik tasarı Meclis Adalet Komisyonu'ndan geçti. Mevcut Türk Ticaret Kanunu, Hirsch'in eseriydi. Düşünün; onun hiçbir ücret almadan tek başına hazırladığı, 1957'de yürürlüğe giren yasa, hemen hiç değişiklik yapılmadan 50 yıldır Türk ticaret yaşamını düzenliyor. Hirscht'in bir mirası daha var: Yine onun hazırladığı 1951 tarihli "Fikir ve Sanat Eserleri Kanunu" hâlâ yürürlükte! 1950'lerin ortasında Almanya'ya dönen, Hür Berlin Üniversitesi'nin iki dönem rektörlüğü yapan Hirscht, gözlerini yumduğu 29 Mart 1985 tarihine kadar Türkiye'yle ilgisini hiç kesmedi. 12 Eylül müdahalesinden sonra çıkarılan Yükseköğretim Kurumu Yasası'nı istetip uzun uzun inceledi. Atatürk'ün direktifi ve öncülüğüyle gerçekleştirdikleri üniversite reformunun o yasayla ortadan kaldırıldığını görünce Milli Güvenlik Konseyi'ne şu haberi gönderdi:

"Söyleyin onlara; her general Atatürk değildir" Anlayana.

http://www.sabah.com.tr/haber,735669AFD9CB4E87A7B63FE3E864AAAA.html

27 Aralık 2007 Perşembe

Müzikli namaz (PKK ve din)














Bombalanan PKK kamplarından geriye bu şok görüntüler kaldı...


Genelkurmay Başkanı Org. Yaşar Büyükanıt'ın, Kuzey Irak'taki terör yuvalarına yapılan operasyonların başarısını "Bizim için PKK’nın oradaki kampları ve hareketleri BBG evi gibidir" sözleriyle anlattı. Üç büyük hava operasyonu ile vurulan 'BBG evleri' bölgedeki etkinliğini kaybetmeye başladı. Güvenlik güçlerin ele geçirdiği fotoğraflar bu kamplardaki yaşamın gerçek yüzünü su yüzüne çıkartıyor.


ŞAŞIRTAN FOTOĞRAFLAR

Saygı Öztürk'ün Tempo Dergisi'nde yayınlanan haberine göre Eruh kırsalında güvenlik güçleriyle girdiği çatışma sonucu öldürülen ve gerçek adının Osman olduğu belirlenen teröristin çantasından fotoğraflar ve örgütsel dokümanlar çıktı. Fotoğraflar şaşırtıcıydı. Kırsal alanda kurdukları sözde kampa, İmralı Cezaevinde bulunan örgüt başı Abdullah Öcalan'ın da fotoğrafı asılıydı. Öcalan'ın fotoğrafının altında ise öldürülen bir kadın teröristin fotoğrafı yer alıyordu.

5 terörist, ayakkabılarını çıkarmış, yere serdikleri bezin üzerinde namaz kılıyorlar. Ancak, onlar namaz için durmuşlar ama hemen yanlarında bir terörist saz, diğeri ise tef çalıyor. Yani, kendilerince namazla alay ediyorlar. Fotoğraf dikkatle incelendiğinde namaza duranların da aslında namaz kılmayı bilmediği anlaşılıyor. Örneğin fotoğrafta sağdan ikinci ve solda bulunan kişiler namazda ellerini ters bağlamışlar. Sol başta bulunan kişi elini kadınların namaz kılarken bağladığı gibi ellerini bağlamış.

Daha önce teslim olan teröristlerden, saz, tef eşliğinde niçin namaz kıldığı soruldu. Teröristler, bunun bir çeşit oyun olduğunu, eğlenmek, moral bulmak amacıyla bunların yapıldığını söyledi.

Teröristin üzerinden çıkan notlar da ilginç. Diyarbakır Başsavcılığı'na gönderilen belgeler arasında yer alan fotoğrafların yanı sıra, örgüt üyelerinin ele geçirilen "eğitim notları" da bulunuyor. Notlarda dinle ilgili bazı ifadeleri şöyle yer aldı:İSLAMİYET=TESLİMİYET: "Erdeme, Kendini Tanrıya benzetmekle ulaşılır.", "İslamiyet Kürtlerin köleliğine zamk olmaktan öteye gidememiştir.", "Şeytanın şöyle dediğini duydum geçenlerde; Tanrının da bir cehennemi vardır, O da kula olan sevgisidir.. ve şöyle dediğini duydum. Tanrı öldü, insana olan dergisinden Tanrı öldü.", "İslamiyet=Teslimiyet"

DOMUZ ETİ YİYORLAR

Eruh kırsalında teröristin üzerinden çıkan fotoğraflar, bir başka gerçeği daha ortaya koydu. Teröristler domuz eti yiyor. Teröristler, domuz eti yemekle kalmıyor, hayvanın kellesiyle de hatıra fotoğrafı çektirmeyi ihmal etmedikleri anlaşıldı.
http://w9.gazetevatan.com/haberdetay.asp?Newsid=153961

'14 Şehit Anıtı' ve Sarkozy

Hasan Celal Güzel, Radikal

25 Aralık, Gazian-tep'in kurtuluş günüdür. 'Antep Müdafaası', Türk Milleti'nin istiklâl ve hürriyet şuurunun tarihe geçen bir destanıdır. Bu savunma 11 ay devam etmiş ve bu zaman zarfında tam 6317 Antepli şehit düşmüştür. O yıllarda Gaziantep'in Türk nüfusunun 25 bin civarında olduğu düşünülürse, şehrin dörtte birinin ve kadınlarla çocuklar dışında kalan nüfusun büyük çoğunluğunun şehit edildiği anlaşılmaktadır. Antep halkı, 'Fransız esiri olmaktansa şerefli bir ölüm daha hayırlıdır' diyerek kanının son damlasına kadar savaşmış; Fransız ve Ermeni zulmüne asla baş eğmemiştir. Kahramanmaraş ve Şanlıurfa halkı da aynı kahramanlığı göstermiştir. Bu 25 Aralık'ta, Gaziantep halkının çok sevdiği, başarılı Büyükşehir Belediye Başkanı Dr. Asım Güzelbey tarafından yaptırılan '14 Şehit Anıtı' açıldı. Şehrin turistik merkezinde, kalenin karşısında inşa edilen bu anıt, Fransızların tıynetini ve Antep Müdafaası'nın hangi şartlar altında yapıldığını göstermesi bakımından çok isabetli olmuştur. Anıt'ın hikâyesi şöyledir: Kilis yolunda Fransız işgal kuvvetlerine karşı savaşan Kuvayı Milliye Komutanı Şahin Bey ve arkadaşlarına yiyecek getiren Antepli çocuklar, karanlık bastırınca Dokurcum Değirmeni'nde geceyi geçirirler. 28 Mart 1920'de Şahin Bey, Elmalı Köprüsü'nde kahramanca savaşarak şehit düşer. Fransızlar Köprü civarındaki Değirmen'e gelirler. Yaşları 12-14 arasında değişen 14 çocuğu kurşuna dizerler. Daha sonra hırslarını alamayıp çocuk şehitlerin vücutlarını süngüleyerek delik deşik ederler. Başkan Güzelbey, sözde Ermeni soykırımı için ilk anıtın yaptırıldığı Marsilya Belediye Başkanı ile Erivan Belediye Başkanını da '14 Şehit Anıtı'nın açılışına davet etmiş. Ancak bu davete icabet eden olmamış. Güzelbey, bu anıtın düşmanca duygularla yapılmadığını, ancak tarihin bilinmeyen bir yüzünün de gösterilmesi gerektiğini vurguluyor.

Fransızlar, önce, 850 yıl boyunca Türklerle kardeşçe yaşayan Ermenileri kışkırttılar. Sonra da, Türkleri soykırım yapmakla itham ettiler. Ermenilerin mâruz kaldığı sorunların temelinde, Osmanlı'yı parçalamak isteyen emperyalist devletlerin ve bunların başında da Fransa'nın büyük payı vardır. Fransız tarihi, yüz kızartıcı katliamlar ve soykırımlarla doludur. 1572'de St. Bartelemi yortusunda mezhep taassubu yüzünden bir gecede 50 bin Protestanı kesen; Fransız İhtilâli'nde binlerce kişiyi idam eden; 19. asır boyunca sömürgelerinde milyonları katleden; daha dün denilebilecek kadar yakın bir zamanda, 1954-1962 yılları arasında 1,5 milyon civarında Cezayirli'yi soykırıma tâbi tutarak katleden Fransızların, Türkleri 'soykırımcı' ilân etmesi ironik bir iddiadan öteye değer taşımaz.

Fransa Cumhurbaşkanı Sarkozy'nin 45 yıl önceki Cezayir soykırımı için 'Tarihçilere bırakalım' derken, 92 yıl önceki Ermeni tehcirini 'soykırım' ilân etmesi ne derece çifte standartlı ve riyakâr ise, Türkiye'nin AB'ye girmesi konusundaki tutumu da o derece ikiyüzlüdür.

Türkiye'yi 'Küçük Asya' (Asia minor) olarak nitelendiren Sarkozy'nin, Türkiye için Akdeniz ülkeleri birliği gibi, AB yerine geçmeyecek sun'î tekliflerde bulunması, aslında artniyetinin dışavurumu olarak okunmalıdır. Sarkozy'nin liderliğindeki Fransa'nın, Türkiye'nin AB üyeliğini engelleyeceği açıkça görülmektedir.

Biz hiçbir ülkeye ve kişiye düşmanca bakmayız. Ülkelerin ilişkilerinde karşılıklı menfaatlerin dengelenmesi esastır. Türkiye'nin AB üyeliği, Fransa'nın ya da diğer AB üyelerinin âtifeti olarak görülemez. Bu üyelik AB'ye, Türkiye'ye sağladığından daha fazla fayda getirecektir. Lâkin ille de Türkiye'nin üyeliği istenmiyorsa, Türkiye kendi yoluna devam edecektir.

Dokurcum Değirmeni'nin suları 14 çocuk şehidimize ninniler söyleyerek akmaya devam ediyor. '14 Şehit Anıtı', Türk Milleti'nin istiklâli ve hürriyeti için göze aldığı fedakârlıkları gösteriyor. Sarkozy'nin entrikaları ise umurumuzda bile değil...

http://www.radikal.com.tr/haber.php?haberno=242728

Hatada ısrar siyaseti

Türker Alkan, Radikal

Sorulmaya değer, Amerika şu anda sahip olduğu teknolojik olanaklara 30-40 yıl önce sahip olsaydı Vietnam savaşını kaybeder miydi acaba? Gerilla savaşı, çete savaşı, gayrinizami harp.. her ne derseniz, küçük birimlerin kırsal alanda yürüttükleri savaş türü düzenli orduların korkulu rüyasıydı. Vietnamlı General Giap ve komünist lider Ho Şi Minh bütün dünyada tanınan kişilerdi. Che Guevera, Küba'ya sığmamış, Güney Amerika'yı da ayaklandırmaya kalkışmıştı.

Fakat o zamandan beri çok şey değişti. Düzenli bir ordunun küçük ve seyyal güçlere karşı da başarılı olmasını sağlayacak teknolojik yenliklerin yarattığı etkiyi son sınır ötesi operasyonlarda izliyoruz. En küçük birliklerin hareketini bile gece gündüz demeden anında saptayabilen ve hemen müdahale yolunu açan gelişmiş teknolojiler, kırsal alandaki gayrinizami savaşın sonunu getirebilir. Belki de beli kırılan sadece PKK değildir, aynı zamanda gerilla savaşı veya çete savaşı denen savaş türü de artık eski cazibesini yitirmektedir!

Sınır ötesi operasyon masum bir güce karşı yapılmıyor. PKK senelerdir Türkiye'ye saldıran bir askeri güçtür. Dünya devletlerinin de kabul ettiği gibi, Türkiye kendisini savunmaktadır. Buna rağmen milletvekili olan bazı kişilerin Türkiye'yi kınamasını anlamak güç! DTP, operasyonların durdurulması için ölen teröristlerin aileleriyle birlikte sınırda 'canlı kalkan' olacakmış! Sınırdan Ankara'ya protesto yürüyüşü yapacaklarmış!

Neden PKK Türkiye'ye saldırırken 'canlı kalkan' olmadılar, İstanbul metrosunda bomba patlayıp da yüzlerce kişi ölseydi ne diyeceklerdi, sormak gerekmez mi?

Yanıtları hazır. Daha önce Ahmet Türk söylemişti, dünkü Radikal'de de Van Milletvekili Fatma Kurtulan söylüyor: "PKK'nın oluşturduğu bir kitle üzerine siyaset yapıyoruz... Dolayısıyla da bizim siyasetlerimiz onların hassasiyetlerine göre olmak durumundadır. İşte '75 Kürt milletvekilimiz var' deniyor. Biz, onlar gibi davranamayız. Onların da birçok yakını PKK'da. Yakınlarını yitirenler de var. Biz farklıyız. PKK'nın yarattığı sonuçlar üzerinde var olduğumuz gerçek ama farklıyız. PKK, şiddeti benimseyen silahlı bir örgüt, biz, demokrasi siyaset yolunu benimsemiş bir yapılanmayız."

Sayın Fatma Kurtulan'ın içtenlikle konuştuğuna inanıyorum. Özellikle "PKK şiddeti benimseyen silahlı bir örgüttür," sözü aşağı yukarı "PKK terörist bir örgüttür" demekle aynı kapıya çıkar. DTP içinde kaç kişi bu ifadeyi onaylar, bilemem. Fakat, eğer DTP böyle düşünüyorsa, yapması gereken şeyin sınırda PKK'ya canlı kalkan olmak yerine, 'Silahları bırakın, sivil politikaya katılın' çağrısı olması gerekmez mi?

Ve "Kusura bakmayın, tabanımız PKK ile aynı, onun için PKK'ya karşı çıkamayız" ne demek? Böyle mazeret olur mu? Bir siyasal parti elbette halka kulak vermelidir. Ama aynı zamanda halkına önderlik de etmelidir. Halkın öngörmediği şeyleri dile getirmeli, liderlik rolünü oynayabilmeli, yeni ufuklar açabilmelidir. "

Apo ve PKK ne derse biz onu izleriz" anlayışının Kürt halkını getirdiği nokta ortada değil mi? Yanlışta ısrar diye siyaset olur mu?

http://www.radikal.com.tr/haber.php?haberno=242802

Esrarengiz ölümler arasındaki bağ ne?

Kuşkulu ölümleriyle kamuoyunun gündemine gelen Aselsan mühendislerinden Hüseyin Başbilen'in cinayete kurban gittiği görüşünün üç adli tıp uzmanı tarafından teyid edilmesinden sonra, 14 Temmuz 2004'de geçirdikleri kazada ölen TÜBİTAK görevlileriyle Aselsan mühendisleri arasında bir irtibat olabileceği ihtimali de ağırlık kazandı.

Aselsan'da çalışan üç mühendisin 2006-2007 arasında esrarengiz biçimde "intiharları"yla 2004'te üç TÜBİTAK görevlisinin trafik kazasında ölümü hakkındaki dosyalarda benzerlikler öne çıkıyor. İki davanın avukatları dosyaların birleştirilmesi gerektiğini öne sürüyor.

MİT MÜDAHİL OLMALI

Aselsan görevlisi Hüseyin Başbilen'in avukatı Mustafa Barış Çatalbaş, hem kendilerinin hem de savcının bu irtibatlar üzerinde durduğunu belirterek, "Dosyaların birleştirilmesine engel bir şey yok" derken, TÜBİTAK görevlisi Ercan Kuruoğlu'nun avukatı Uğur Amasya, yaptıkları itiraz üzerine davanın Yargıtay'da olduğunu, temyizden döndüğü taktirde davaların birleştirilme ihtimalinin bulunduğunu kaydetti. Amasya, "MİT'in bu iki olaya da müdahil olması gerekir. Çünkü mahkeme bir yere kadar gidebiliyor." dedi.

İKİ DAVADA BİLGİ YOK

Bu arada, Aselsan mühendisi Hüseyin Başbilen'in aracındaki çantasından tank projesi kaybolurken, kaza sonucu ölen TÜBİTAK görevlisi Ercan Kuruoğlu'nun geliştirdiği kripto çözüm cihazının şifre ve yazılımlarının yer aldığı bilgisayarı da kaza yerinde kaybolmuştu.Ercan Kuruoğlu'nun avukatı Uğur Amasya, yaptıkları itiraz üzerine davanın Yargıtay'ta olduğunu, temyizden döndüğü taktirde davaların birleştirilme ihtimalinin bulunduğunu söyledi. Amasya, şunları söyledi:"İki dava da birisi trafik kazası, diğeri intihar denilerek hemen kapanabilecek gibi gözüküyor, ancak davalarda ölen kişilerin üzerinde çalıştıkları projeler bakımından benzerlikler bulunuyor. Her iki kurum da projelerin gizliliği ve stratejik önemi gereği detay vermekten kaçınıyor. Bu da gerçeğin ortaya çıkmasına imkan vermiyor."

'ESRARENGİZ BİR KİŞİ ARAMA YAPTI'"

Ben bu iki olaya da MİT'in bir şekilde dahil olması gerektiğini düşünüyorum" diyen Amasya, şöyle konuştu: "Çünkü mahkeme bir yere kadar gidebiliyor. Her iki olayda da projeler üzerinden sonuca gidilebilir, ancak bunlar çok hassas konular olduğu için MİT'in kapsamlı bir incelemesi gerekiyor."Amasya, Aselsan mühendisi Başbilen'in tank projesinin yer aldığı çantanın arabasından çalınması gibi, Kuruoğlu'nun bilgisayarının da kaza yapan arabadan alındığını, köylülerin tanıklığına göre, kaza sonrası olay yerine gelen esrarengiz bir kişinin arabada arama yaptığını sonra da kaybolduğunu söylediklerini hatırlattı.

Amasya, "O bilgisayarın içinde Irak'taki çuval olayında el konulan kripto çözücü cihazın şifreleri vardı. Biz mahkemede bunları dile getirince TÜBİTAK 'kırık olarak bize getirildi' diye mahkemeye bilgi verdi. Ama bu içerisinde çip alınmış mıydı, bilgiler yerinde miydi, bunların hiç birisi belli değil." diye konuştu.

Kripto çözücü cihaz kayıpEski bakanlardan Ramazan Mirzaoğlu'nun damadı Ercan Kuruoğlu, Temmuz 2003'te Süleymaniye'deki çuval baskınında Türk çadırında el konulan kripto çözücü cihazı yapan kişi olarak da biliniyordu. Kuruoğlu buna benzer bir cihazı yeniden geliştirirken, söz konusu cihaz askeri bir ortamda denendi ve Kuruoğlu dönüşte hayatını kaybetti. Mahkeme aşamasında avukatı, Kuruloğlu'nun bilgisayarının kaybolduğunu ve bilgilerin çuval olayında el konulan kripto çözücünün şifreleri olduğunu açıklamıştı. Bunun üzerine TÜBİTAK davaya katılarak "Bilgisayar bizde. Jandarma getirdi. Getirdiklerinde kırıktı" açıklamasıyla yetinmişti. Traktör sürücüsü Cemal Elmas'a 2 yıl 7 ay 7 gün, Tübitak şoförüne de 1 yıl 6 ay 22 gün ceza verilirken, Mercedes şoförü ise beraat etti. Dosya şu an Yargıtay'da.

F-16 projesinde buluşmuşlar.

TÜBİTAK'ta F-16 uçaklarının ABD'nin orijinal yazılımlarından bağımsız olarak dost-düşman ayrımı yapabilmesini sağlayacak "milli yazılım projesinde" görev alan Ercan Kuruoğlu, Mustafa Aktekin ile projeler kapsamında askeri uzman olarak görev yapan Yüzbaşı Yücel Kenter, 2004 yılı başında aynı konuda çalışma yapan TAI ve Aselsan ile TÜBİTAK arasında yürütülen koordinasyon sırasında askeri uzmanlara Aselsan mühendisleriyle brifing verdiler. F-16 uçaklarının ABD tarafından yapılan yazılım şifrelerinin çözümü ve bundan ayrı olarak milli bir yazılım projesinin geliştirilmesi için, üç kurum tarafından yürütülen benzer projeler, aynı arabada şüpheli bir kaza sonucu hayatlarını kaybeden TÜBİTAK görevlileriyle Aselsan mühendislerini bir araya getirdi.

Türkiye'nin güvenliğiyle ilgili projeyi çalışıyorlardı

Yüzbaşı Yücel Kenter (32) ile TÜBİTAK uzmanları olan M. Ercan Kuruoğlu (31) ve Mustafa Aktekin (54) 14 Temmuz 2004'te (Aselsan'daki ölümler başlamadan iki yıl önce önce) Çanakkale-Gelibolu yolu üzerinde şüpheli bir trafik kazasında hayatlarını kaybetti. Kazaya karışan İstanbul plakalı bir traktör ve mercedeste kimsenin burnu dahi kanamamıştı. TÜBİTAK'ın mahkemeye sunduğu bilgide, bu kişilerin Türkiye'nin güvenliğiyle ilgili kriptolar (gizli şifreler) üzerinde çalıştıkları, yeni geliştirilen askeri bir cihazı denemek için Çanakkale'ye gittikleri anlaşılmıştı. Askeri görevli Yücel Kenter, muhabere yüzbaşı rütbesini taşırken, Kuruoğlu ile Aytekin TÜBİTAK Ulusal Elektronik ve Kriptoloji Araştırma Enstitüsü'nde çalışıyordu. Bu enstitü, ulusal güvenliği ilgilendiren gizlilik dereceli bilgilerin korunması hususunda Türk Silahlı Kuvvetleri ve Dışişleri Bakanlığı'na destek veriyor. Burada çalışan uzmanların, görevleri konusunda ailelerine dahi bilgi vermedikleri iddia edilmişti.

http://w9.gazetevatan.com/haberdetay.asp?Newsid=153935

301’e geri döndük: Ne yapmalı?

Süheyl Batum, Gazete Vatan

Zannedersem “hem demokratız, özgürlükçüyüz iddiasında olma hem de bunu ne yaptığı yasalarda ne anayasada gösterebilme” çelişkisi artık çok açık olarak ortaya çıktığı için, 301. maddeyi değiştirmek üzere hükümet nihayet harekete geçmiş. Bir de, herhalde liberal(!) aydınların(!), “AKP’ye karşı hiçbir eleştiri getirememe” durumlarının yarattığı çelişki ve utanç(!) nedeniyle, “ne olur artık, yakında açıklayacağınız anayasaya tam destek verebilmemiz için, göstermelik de olsa bizi bu komik durumdan kurtarın” ricaları etkili olmuştur. Keşke, tam konu tartışıldığı, Sayın Livaneli değişiklik önerdiği, sivil toplum ısrarcı olduğu sırada hükümet, engeller çıkarmasaydı.

Biliyorum, mahkemeler ve Yargıtay, 301’i doğru uygulayabilir. Üstelik “Türklüğü aşağılamak” kavramı, Yargıtay’ın içtihadı çerçevesinde, kesinlikle “Türk Milleti” olarak algılanıyor ve uygulanıyor. Ama yine de bir türlü bu maddeyi tartışmaların tam ortasında yer almaktan kurtaramadık. Bir türlü dava açma aşamasında, savcıların maddeyi yorumlama biçimlerini değiştiremedik, bu yorumlama biçiminin ve çok kolaylıkla dava açıldığı gerçeğinin, “uluslararası camiada”, tartışılmasını engelleyemedik. Diğer hukuklar açısından bakarsak, “devletin organlarına ya da alametlerine” hakareti cezalandıran yasal düzenlemeler bulunmasına karşın, Türkiye’de olduğu kadar “geniş bir koruma alanını” içermediği, “Türklük” gibi bir kavram olmadığı açıktır. Benzer “koruma alanını” düzenleyen bazı düzenlemeler, örneğin Alman veya Danimarka hukukunda bulunmakla birlikte, kolaylıkla uygulamaya geçirilmediği de gerçektir.

O halde bu durumu derhal değiştirmemiz gerekir. Kaldı ki, AİHM de, yerleşik içtihadında (Castells/İspanya kararı); “Devletin ve hükümetin, üstün konumları nedeniyle, benzer durumlarda, medya aracılığı ile veya diğer her şekilde kendilerine yöneltilen saldırı ve eleştirilere başka yollarla rahatlıkla karşılık verme olanakları olduğu için, ceza davası yoluna başvurmada son derece çekingen davranmaları gerektiğini” söyler. Diğer kararlarında da (Lingens, Thorgeir Thorgeirson), “politikacılara, devletin resmi görevlilerine ya da organlarına karşı hakaret suçunu düzenleyen ve bu kişi ve kurumlara çok geniş bir koruma alanı sağlayan yasal düzenlemelerin, düşünce özgürlüğünü ihlal edeceğini” söylemektedir. Mahkeme’ye göre; “bu tür düzenlemelerin iç hukukta yer alması, üstelik özellikle hapis cezalarının yer alması durumunda, ulusal mahkemelere düşen, bunları uygulamaktan kaçınmalarıdır.”

İşte, bu nedenlerle, 301 yeniden düzenlenmelidir.

1) 301. maddenin birinci fıkrasında yer alan “Türklüğü, Cumhuriyeti, Türkiye Büyük Millet Meclisi’ni” ibaresi “Türk milletini, Türkiye Büyük Millet Meclisi’ni” olarak değiştirilmelidir.

2) Öngörülen hapis cezası, örneğin üç aydan bir seneye düşürülmelidir.

3) Ve bu suçtan dolayı soruşturma yapılması, “söz konusu kurumların TEMSİLCİLERİNİN TALEBİNE ve sonra Adalet Bakanlığı’nın İZNİNE, Türk milletine karşı işlenmesi durumunda da, yalnızca Adalet Bakanlığı’nın İZNİNE” bağlanmalıdır.

Bu arada ilk önce Işık KANSU, sonra Melih ÂŞIK, ve son olarak da Ali SAYDAM, “Süheyl Batum’un CHP için adı geçiyor” haberini yorumladı. Sayın ÂŞIK ve Sayın SAYDAM, şahsım için güzel değerlendirmelerde bulundu. Tabii CHP gibi önemli bir parti ile anılmaktan, hem de bu değerli dostların çok açık görüşlerini öğrenmekten çok mutlu oldum, onur duydum. Ama şu aşamada böyle bir olasılık yok. Bir kere yeri ve gereği yok. İkincisi de Türkiye’de “liderin iki dudağı arasına bağlı olan” siyasal partiler sistemi ve anlayışı değişmeden, bence siyasete girmek çok zor. Çünkü bence ne bu iki dudağın sahibi olmanın bir anlamı var, ne de tüm geleceğini bu iki dudağa bağlamanın.

http://w9.gazetevatan.com/haberdetay.asp?tarih=27.12.2007&Newsid=153844&Categoryid=4&wid=45

Yolunu bulamayan DTP

Oktay Gönensin, Gazete Vatan

Kürt kökenli vatandaşlardan aldığı oylarla Meclis’e giren Demokratik Toplum Partisi hâlâ kendisine bir “yol” bulamadı.Yasal bir siyasi partinin, yasa dışı bir örgütün sözcüsü olması kabul edilemeyeceğine göre bu yol kapalıdır. DTP içinde bu yolu benimsemiş olanlar olabilir, onların da yasal platformda siyaset yapması mümkün değildir. Kuzey Irak’taki PKK kamplarına yönelik askeri operasyonlar DTP’yi bir kez daha zora soktu.Kamuoyu gözünde bu partinin genel başkanının askerlik görevini yapmamak için sahte sağlık raporu almış olmasının da açıklanabilir bir yanı yoktur. En azından böyle bir “açığı” bulunan bir kişinin önemli bir siyasi partinin başına getirilmesinin de açıklanması zordur.

DTP kendisini “sol” ve “demokrat” olarak nitelemesine rağmen, çeşitli olaylarda aldığı tavırlar bu partinin güncel politikalarının “milliyetçi” temelde şekillendiğini gösteriyor. Sadece tek bir konuya odaklanmış bir siyasi partinin, o konu ne kadar önemli olursa olsun, “ülke partisi” niteliği taşıması zordur. O konu da “etnik” nitelikli olduğundan, DTP kaçınılmaz olarak “Kürt milliyetçiliği” çevresinde patinaj yapıyor.Güneydoğu’da, esas olarak Kuzey Irak’taki Barzani ve Talabani siyasetlerine yakın “duran” ve PKK’ya karşı açık tavır alan siyasi oluşumlar da bulunuyor. Ancak bunlar DTP gibi geniş bir kitle tabanına sahip değil.


DTP’nin kendisine bir “yol” bulamaması halinde ilk sonucunun ne olacağı 22 Temmuz’da ortaya çıktı. AKP Güneydoğu’da oy oranını beklenmedik ölçüde artırdı. Bu da önümüzdeki yıl yapılacak olan yerel seçimlerde DTP’nin elindeki yerel yönetimlerin önemli bir bölümünün AKP’ye geçmesi olasılığının yüksek olduğunu gösteriyor.DTP kendinden beklenen işlevi yerine getiremez ve yerel yönetimlerdeki ağırlığını AKP’ye kaptırırsa, Meclis’te grubu olmasına rağmen “marjinal” bir parti durumuna düşecektir.DTP’den beklenen açıktır. Bu parti bütün gücü ve imkânlarıyla PKK’nın silah bırakması için uğraşmak dışında hangi “yol”u benimserse benimsesin siyasi bir ağırlığı ve halk gözünde bir ciddiyeti kalmayacaktır.Kuzey Irak operasyonlarının “askeri” bir çıkış yolu bulunmadığını herkese göstermiş olması gerekir. DTP’nin de bunu açık olarak gördüğünü göstermesi ve gereklerini yapması hâlâ bekleniyor.

http://w9.gazetevatan.com/haberdetay.asp?tarih=27.12.2007&Newsid=153888&Categoryid=4&wid=11